prens ve denizkızının güzel başlayan kısmen mutlu yer yer acıklı hikayesi

 

 

 

 

Evvel zaman içinde uzak bir ülkede bir prens yaşarmış. Eşyaya pek kıymet vermez ama insan, hayvan, çiçek demeden tüm canlıları sever, gerektiğinde hepsinin yardımına koşar, bunu da keyifle yaparmış. Dedikoduyu sevmez, güzel hikayelere bayılırmış. Pek az kişide olan dinleme yeteneği, onun en güçlü özelliklerindenmiş. Öyle güzel dinlermiş ki anlatanın anlatası gelirmiş. O bu kadar iyi olunca elbette seveni de çokmuş. 

Doğduğu yer denize uzak olduğundan çocukluğunda tanışmamış olsa da, sonradan görüp tanıdığı bu sonsuz maviliği de severmiş prens. Sadece kenarında durup izlemekten değil, içinde ve üzerinde olmaktan da keyif alır, fırsat buldukça yüzmeye gider ya da kayığıyla açılırmış.

Arkadaşlarıyla yüzmeye gittiği bir gün, diğerlerini arkada bırakıp karadan iyice uzaklaştığı bir sırada, ilerde kayalıkların üzerinde oturmuş bir insan silüeti görmüş. Merakla o tarafa yüzmüş. Yaklaştıkça önce uzun saçlarını fark etmiş, sonra kitap okumakta olduğunu. Denizin ortasına bu kitabı ıslatmadan nasıl getirdi diye düşünerek biraz daha yaklaşmış ve o anda kızın kuyruğunu fark etmiş. Geniş ucu suyun içinde dalgınca salınan sarılı mavili kuyruğunu. 

İstemeden küçük bir şaşkınlık çığlığı atmış. Kız ancak o zaman dalmış olduğu kitaptan başını kaldırmış ve göz göze gelmişler. “Bir zamanlar hepimizin uçabildiğini biliyor muydunuz?”

Kızın gözlerindeki yaşları fark etmiş prens. “Kanatlarımız” diye devam etmiş kız “Kürek kemiklerimizde hâlâ köklerini taşıyorken onları nasıl unutabiliriz?”

Prens denizkızına o gün aşık olmuş. 

Kitabı hemen o gün eve dönerken almış, okumaya başlamış. Bitirdiğinde güneş doğuyormuş. 

Prens sonraki günlerde yüzmeye arkadaşları olmadan gitmeye başlamış. Denize girer girmez kayalıklara yüzüyor, denizkızını uzanmış kitap okurken ya da kuyruğunu savurarak yüzerken buluyormuş. Okudukları kitaplardan konuşmuşlar, birbirlerine kitaplar vermişler. Yan yana yüzmüşler, balıkları seyretmişler. Arkadaş olmuşlar. 

Prens yüzmeye daha sık gitmeye başlamış. Deniz kızı ona balıkların, deniz kaplumbağalarının hikayelerini anlatmış. Prens sıkılmadan saatlerce dinleyince, deniz kızı da yorulmadan anlatmış. Bazı geceler de kayalıklara yan yana uzanıp sessizce yıldızları izlemişler. El ele yüzmüşler, çok gülmüşler ve kimi zaman birbirlerinin gözyaşlarını silmişler. Günler, aylar, mevsimler böyle geçmiş. Deniz kızı prense bir anda aşık olmamış. Önce gözlerinde kendini görmeyi sevmiş. Sonra yanındaki varlığını, beraber geçirdikleri vakitleri sevmiş. Nihayetinde de ellerini, gözlerini, uzağa bakarken gözlerini kısmasını, sadece gerçekten çok komik bulduğu bir şeye gülerken attığı diğer gülüşlerinden farklı kahkahasını, prensin kendisini.

Gel zaman git zaman denizkızı prensin varlığına alışmış, yolunu gözler olmuş. Gelmediğinde hüzünlenir olmuş. Prens bazen günlerce görünmüyor ama sonunda geldiğinde gözlerinde aşk, dilinde hasret şiirleri oluyormuş. El ele atlıyorlarmış suya. Denizkızının kalbi sevinçle doluyor, kuyruğu kendiliğinden neşeyle savruluyormuş. 

Denizkızı karaya çıkamadığından hep denizde buluşuyorlarmış. Prens gide gele denizkızının çevresindeki tüm deniz canlılarıyla tanışmış, denizin altındaki en güzel mağaraların, en güzel mercanların nerede olduğunu öğrenmiş. Bu renkli dünyayı keşfetmekten çok keyif alıyormuş. Denizkızı ise prensin karadaki hayatına dair çok az şey biliyormuş. Prens kara hayatından bahsetmeyi çok sevmiyor, denizkızının sorularını “Burası gibi değil, sıkıcı. Bu rengarenk dünyada güzel vakit geçirmek varken vaktimizi karadan bahsederek harcamayalım” diye geçiştiriyormuş. 

Ne yazık ki vakitleri hep sınırlıymış. Prensin sonunda hep gitmesi gerekiyormuş. Ne de olsa onun ait olduğu asıl dünya karadakiymiş. Denizkızı arada isyan edecek olursa, prens denizin üzerine yaptıracağı saraydan ve ikisine ait o sarayda hiç ayrılmadan beraber yaşayacakları güzel günlerden bahsediyormuş. Ve denizkızının gözyaşlarını silip soruyormuş “Panjurları ne renk olsun?”

Günler ayları, aylar yılları kovalar, hayat böyle akıp giderken çok kötü bir şey olmuş. Alnının ortasında tek gözü olan korkunç bir dev deniz kızını yakalamış. Evinin bahçesindeki havuza hapsetmiş. Havuzun bir ucu denize bağlanıyormuş ama bağlandığı yerde demir bir parmaklık varmış. Üzerinde de kocaman bir asma kilit. Kilidi açan tek anahtar da bir zincirin ucunda devin boynunda asılıymış. 

Ertesi gün denizkızını görmeye gidip onu bulamayan prens, olanları bir denizatından öğrenmiş ve hemen kırmızı balıkla “Bekle, geleceğim” diye haber göndermiş. Denizkızının bundan şüphesi yokmuş zaten, biricik aşkı elbette onu burada bırakacak değilmiş. Hapsedildiği havuzda sabırla beklemiş. 

Ve bir gün prens görünmüş. Koşarak gelmiş, dizlerinin üzerine çöküp havuzdaki denizkızına sarılmış. Onsuz günlerinin ne kadar zor geçtiğinden, sabaha kadar uyuyamadığı gecelerden bahsetmiş, onu ne kadar özlediğini anlatmış. 

“Neyse ki bitti artık” demiş denizkızı. “Geldin ya”

Gülümseyerek, mutlulukla bakmışlar birbirlerinin gözlerine.

“Devin boynundan anahtarı alabildin mi?” diye sormuş kız. “Hadi aç kilidi de kurtar beni buradan”

“Yok almadım anahtarı, devin arkası dönük bahçede domateslerle uğraşıyordu. Çalılıkların içine saklana saklana ona görünmeden geldim ben”

“Devle dövüşmek filan, o iş çok uzar, ben bizimkilere arkadaşlarla buluşacağımı söyleyip geldim. Geç kalırım. Bir de yaralanırsam, üstüm başım kıyafetlerim filan parçalanırsa annemlere nasıl açıklayacağım”. “Ayrıca dev de olsa, canavar da olsa hiç bir canlıya zarar vermek, kimseyi kırmak istemem ben”

“Ama hayat böyle değil ki, herkesi aynı andan mutlu edemezsin” diye yanıtlamış denizkızı. “Bazen yoluna devam etmek için birilerinin kırılmasını göze almak gerekir”

“Evet biliyorum ama… dev… nasıl desem… babama çok benziyor. Ona nasıl el kaldırırım bilemedim”

“Olabilir” demiş denizkızı. “Masallardaki canavarlar genelde birer semboldür. Kimi zaman kahramanın annesi, babası, kimi zaman çocukluk korkuları, kimi zaman da egosu ya da toplumsal kurallar olabilir. Ama kahraman canavarla dövüşüp onu yenmezse kızı kurtaramaz ki. Yoksa sen kurtarmaya gelmedin mi beni, nasıl yapacaksın anahtar olmadan?

– Ben sadece geleceğimi söyledim. “Kurtarmaya geleceğim” demedim ki.

– Ama hani sen de beni çok seviyordun, hayatının geri kalanında benimle yaşamak istiyordun.

– Elbette, seni çok seviyorum. Hayatta en çok istediğim şey seninle beraber yaşamak ama seni şimdi kurtarsam nereye götüreceğim?

– Denizin üstüne bizim için yaptırdığını söylediğin saray, o ne durumda?

– Ben onu dayımla konuştum, iyi anlar inşaat işlerinden. “Yapma, çok rutubet olur suyun üzerinde. Baş edemezsin” dedi. Kaldı o proje. Söylemedim mi ben sana?

Denizkızının boğazı düğümlenmiş.

– Şimdi nerede yaşıyorsun? Karada bir sarayın da yok mu kendine ait?

– Yoo hayır, ailemin sarayında yaşıyorum ben. Bu ara işler biraz karışık. Babam seninle görüştüğümü öğrenmiş. Kendince haklı tabii, hiç denizkızı tanımadığı için. Hikayelerden biliyor ve sizinle ilgili anlatılan hikayeler de hak verirsin ki pek hoş değil. Denizci erkekleri yoldan çıkarıp hayatlarını mahvettiğiniz, öldürdüğünüz, hatta yediğiniz… Haklı olarak endişelenmiş benim için. Bir de böyle memeler açık falan dolaşıyorsunuz, herkesin kaldırabileceği şeyler değil. Neticede gözünün önünde olmamı istiyor, benim iyiliğim için. Yani istesem eşyalı bir artı bir bir saray bulabilirim kendime ama ne gerek var, huzursuzluk çıkar şimdi ailemin yanından ayrılmak istesem. Saray demişken, biz yarın yazlık saraya gideceğiz annemlerle. Bir süre gelemeyeceğim seni ziyarete. Sabah da çarşıda işlerimiz var çaydanlık falan alınacakmış.

“Ziyarete gelmek mi? Benim burada tutsak olduğumun farkındasın değil mi?” diyecek olmuş denizkızı ama susup duduklarını ısırmış. Faydası yokmuş.

“En azından beni havuzdan çıkarıp atının terkisine alsan” demiş. “Deniz kenarından geçerken atlarım ben kendim suya” 

“Bunu yapabilmeyi çok isterdim” demiş prens.

Denizkızı tam sağ kolunu kaldırmış işaret parmağıyla uzakta bir yeri göstererek “Bak şuradan s.ktir git” demek için ağzını açıyormuş ki prensin atını görmüş. 

Tahtadan yapılıp beyaza boyanmış, üzerine beyaz yünden yeleler yapıştırılmış bir at kafası, uzunca bir sopanın ucunda duvara yaslanmış şekilde duruyormuş.  

“Kaç yaşındasın sen?” diye sormuş denizkızı. 

“On iki”

“Sakalların var” demiş deniz kızı. “Sakallarında beyaz teller var. En az kırk olmalısın”

“Yani nüfus kağıdıma göre öyle ama…” derken prensin telefonu çalmış. “Gitmem lazım, sofraya oturuyorlarmış. Seni görmek çok iyi geldi, yine gelirim ben. Kendine iyi bak. Seni çok seviyorum” demiş.

Atını bacaklarını arasına almış, dıgıdık dıgıdık diye koşarak uzaklaşmış. 

Denizkızı şaşkınlık içinde kafasını sallayıp, “Az kalsın küfür edecektim küçücük çocuğun yanında” demiş kendi kendine. Ama daha der demez bu sefer de ağzından çıkan cümlenin saçmalığına şaşırmış. 

Dev gelmiş. “Ne oldu, gördüğüm kadarıyla kurtaramamış seni yolunu beklediğin prens”

“Prensin üzerinde büyü var herhalde” demiş denizkızı. On iki yaşındaymış ama kırkında görünüyor. 

Kocaman bir kahkaha atmış dev. Yer gök inlemiş. Deniz kızının sinirleri bu kahkahayla biraz daha gerilmiş. “Bak şimdi sinirimi senden çıkaracağım demiş” deve.

“İlk kez mi karşılaştın bir çocuk adamla” diye sormuş dev. “Ergenliğini yaşamazsan hiçbir zaman çocukluktan çıkıp yetişkin olamazsın. Tabii bu sancılı bir süreç. Ebeveynlerinle, toplumla, kurallarla çatışmayı göze almalısın. Ayrıca yetişikin olup seçimlerini kendi özgür iradenle yapmak kulağa havalı gelse de, sonuçlarına katlanmayı gerektirir. Işler boka sardığında gidip ‘kurtarın beni’ diye ağlayamazsın. Bunun yerine çocuk olarak kalmayı seçip hayatın boyunca hayırlı evlatçılık oynamak da bir alternatif. Altmış yıl, yetmiş yıl yaşayıp on iki yaşında ölen kaç kişi var biliyor musun?”

Bak sana bir hikaye anlatayım:

Adamın biri aynı böyle yaşayıp ölmüş. Öbür tarafta cennete girmek için heyecanla beklerken sıra kendisine gelmiş ve görevli müjdeyi vermiş: Evet iyi biri oldunuz, kurallara uydunuz. O yüzden cennete gireceksiniz. Ama kendi doğrularınızla değil, başkalarının doğrularıyla yaşadınız, sorumluluk yerine onay almayı tercih ettiniz. Bu yüzden sizi ancak çocuk cennetine kabul edebileceğiz.

Adam “Başka şansım var mıydı?… Ben istemez miydim?… Ne acılar çektim bu yüzden…” diye sızlanacak olmuş ama görevli cevap vermemiş. Gülümseyerek anahtarını uzatmış. Çaresizce anahtarı alan adam görevliye “Peki nasıl olurdu, yani diğer türlü yapsam. Görebilir miyim?” demiş.

Görevli “Elbette” deyip projeksiyon aletini çalıştırmış. Yaşayamadığı hayatı izledikçe adamı bir efkar basmış. Olabilecekler hiç de onun korktuğu gibi karanlık, düşündüğü gibi zor değilmiş. Ekrandaki kendisinin gözleri aynada hiç görmediği kadar mutlu bakıyormuş. Gözleri dolmuş. “Kapatalım lütfen” demiş. 

Odasına geçip yatağına uzanmış. Ona hep “Benimle hiç içmiyorsun” diye sitem eden kadını düşünmüş. Tadını hiç sevmediği halde canı rakı çekmiş. Sonsuz müzikle dolu müzikçalarda Sezen Aksu’nun Kaybolan Yıllar şarkısını aramış. Bulamayınca görevliyi çağırmış. 

“Maalesef burada Kayahan, Sezen Aksu, Ahmet Kaya şarkıları yok” demiş görevli gülümseyerek. “Korkarım Milan Kundera kitapları da. Tahmin edersiniz ki alkol de. Onlar yalnızca yetişkinler bölümünde. İsterseniz buzsuz bir limonata getirip kırmızı balık ve balıkçı hasan şarkısını açabilirim” 

İşte böyle. Adam zamanının geri kalanını çocuk cennetinde bir salıncakta babasını, bir salıncakta oğlunu sallayarak geçirmiş. 

Bir anda, sanki az önce o bol felsefik göndermeli hikayeyi ciddi ciddi anlatan kendisi değilmiş gibi yüzünü buruşturup gülerek “Nooldu cicim, suratın düştü” demiş dev. “Hadi biraz yüz, kuyruk salla da neşemizi bulalım”

Yaşadığı hayal kırıklığı ve devin gülüşüyle sinirleri iyice gerilmiş olan denizkızı daha fazla dayanamamış. Yumuşak bir sesle “Gözüme bir şey kaçtı, çok canımı yakıyor, bir bakabilir misin lütfen?” demiş deve.

Dev havuzun kenarına gelip dizlerinin üzerine çökmüş. Kocaman tek gözünü deniz kızının yüzüne yaklaştırmış. 

Bu anı bekleyen deniz kızı devin koca gözünü iki parmağıyla tek hamlede çıkarmış. Bu bir masal olduğu için devin gözü göz yuvasına kan damarları ve sinir ağlarıyla bağlı değilmiş. Ortalık kan falan olmamış. Göz, beyaz bilardo topu gibi tertemiz bir şekilde kızın elinde kalmış. 

Aslında bu kadarı yeterliymiş ama hırsını alamayan denizkızı boynundaki zincirden tuttuğu devin suratının ortasına kafayı tertemiz gömmüş. 

Gözü çıkan dev göremez olmuş. Burnunun acısıyla da iyice sersemlemiş. Bundan faydalanan deniz kızı anahtarı devin boynundan çekip almış. 

Kilidi açmış. Demir parmaklıklı kapıdan geçip denize kavuşmuş. Yüzüp uzaklaşmadan önce devin gözünü ayaklarının dibine fırlatmış. Dev gözünü yerden almış, parmaklarıyla şöyle bir ovaladıktan sonra üfleyip yerine takmış. Yeniden görmeye başlamış. Denizkızı işaret parmağını deve doğru sallamış ve “Bir daha benim ya da kız kardeşlerimden birinin karşısına çıkacak olursan o gözü alnına değil başka bir yerine takarım” diye seslenmiş.

Sonra kuyruğunu savurarak denize açılmış, hep yaptığı gibi özgürce yüzmüş.

Prens akşam pek muhterem babası ve sevgili annesiyle oturmuş çekirdek çitleyip çay içerken WhatsApp’tan denizkızına “nabıyon?” yazmış ama o mesaj hiç bir zaman iletilememiş. 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *