benim 15 Temmuz’um

 

 

 

 

15 Temmuz tarihinin sizin hafızanızda nasıl bir yeri var bilmiyorum. Benim hayatımın en kötü gecelerinden biriydi. Bunca yıl sonra bile hatırladığımda kalbim sıkışıyor, nefesim daralıyor. 

Yalnız o gece olanları anlatabilmem için sanıyorum ki öncelikle bizi o geceye taşıyan olaylar silsilesinden bahsetmem yerinde olacaktır. 

Her şey Aralık ayında kentsel dönüşüm çerçevesinde yıkılan yan binanın istinat duvarının, bizim binanın otoparkıyla birlikte çökmesi ve oturduğum yaklaşık otuz yıllık apartmanın önlem amaçlı boşaltılmasıyla başladı. Evet fotoğrafta gördüğünüz siyah şey yıkılan otoparkla birlikte aşağı yuvarlanan, apartman sakinlerinden birine ait araba.

Annemin epeydir dediği gibi en kısa sürede yeni yapılmış bir binaya taşınmam gerektiğine böylece ikna oldum. Sıfır bina olması ve pencereden bakınca az da olsa yeşillik görebilmek dışında sadece iki kriterim vardı. Trafik olmayan sakin bir sokakta olması ve küçük de olsa bir bahçesi olması. Böylece Minnoş bahçede oyalanabilecek ve trafikten uzak nispeten güvende olacaktı. 

Annem ve babam pencerelerdeki ilanlara bakarak Bostancı sokaklarında epey dolaştıktan sonra bir Nisan günü müjdeyi verdiler. Tam istediğim gibi bir ev bulmuşlardı. Resmi işlemler, evin içinde bir iki küçük tadilat derken Mayıs ayı geçti ve ben taşınmak için gün saymaya başladım. Yalnız taşınma tarihi yaklaştıkça bir mesele gitgide daha çok kafamı kurcalamaya başladı çünkü Minnoş cephesinde de gelişmeler vardı. 

Minnoş hiç bir zaman ev düşkünü bir kedi olmadı. Bazı geceler dışarda yatar, eve gelmezdi. Ben de onu kedim değil ev arkadaşım gibi gördüğüm için her gece eve gelmesi konusunda baskı yapmazdım. Ocak ayıyla birlikte Minnoş’un dışarda geçirdiği geceler dikkat çekici şekilde artmaya başladı çünkü Minnoş o günlerde pipisinin çiş yapma dışında bir fonksiyonu daha olduğu keşfetti. 

Testosteron sağolsun yürüyüşü bile değişti. Gördüğü her erkek kediyle dövüşüp her dişiyle çiftleşmeyi vazife edindi. Şaka yapmıyorum. Karşı yönden bir erkek kedi mi geliyor, tam yanyana geçtikleri sırada diğer kedinin kafasına pat diye bir pati vuruyordu. “Hadi gelsene, gelsene” der gibi. Serseri bir mayına dönüşmüştü. 

Gecenin bir vakti uykumdan Minnoşun “çiftleşmek istiyoruuuuum” şeklinde ulumasıyla uyanıp cama çıkıyordum ama elimden bir şey gelmiyordu.

O dönem bazı konularda şimdikinden farklı düşünüyordum. Kısırlaştırma konusu da bunlardan biriydi. Bir canlının hayatına böyle radikal bir müdahalede bulunma hakkını kendimde görmüyordum. Tecrübesizlik de diyebiliriz. Epey kafa yoruyor, internette bulduğum her şeyi okuyor ama cesaret edemiyordum. Okuduklarımdan, kısırlaştıktan sonra Minnoş’un bütün libidosunu kaybedeceği, hareketsizleşip kilo alacağı, köşe minderine döneceği gibi şeyler çıkıyordu ve ona bunu yapamazdım. 

Bu arada Minnoş bu anlattıklarımdan yaklaşık bir yıl sonra acil bir operasyonla kısırlaştı. Düşünmeye fırsatım bile olmadı. Akşam dokuzda bu kararı vermek zorunda kaldım ve ertesi gün öğlen olmadan Minnoş toplarla vedalaşmıştı. Dört yıldır kısır ve yaşam enerjisinden gram bir şey kaybetmedi. Hâlâ alanını savunuyor, gerektiğinde kavgadan kaçmıyor ve gayet fit. Bazen dişi bir kedinin ensesini ısırmış vaziyette bile yakalıyorum. 

Minnnoş’un bu gece hayatı artarak devam etti. Şubat Mart aylarında gece vakti Minnoş’u genelde bir ağacın tepesinde beş erkek kediyle birlikte bir dişi kediyi sıkıştırmaya çalışırken ya da bir pencerenin girintisine sığınmış bir dişinin başında nöbet beklerken, hatta bazen üçüncü fotoğraftaki gibi tam muradına ermek üzereyken buluyordum.

Bir akşam saat yedi gibi arkadaşımla buluşmaya giderken ağacın tepesindeki bir dişiye gözlerini dikmiş kıpırdamadan otururken görmüştüm. Dört saat sonra döndüğümde aynı yerde aynı şekilde duruyordu. 

Eve geliyor ama evde durmuyordu. Günaşırı geliyor, etini yiyor, bir kaç saat kestirip gece on bir – on iki gibi kapıyı tırmalamaya başlıyordu.

Ben de eve geldiğinde doya doya öpüp kokluyor, o uyurken yanına kıvrılıyordum çünkü dışarda bana hiç yüz vermiyordu. Evde kucağımda uyuyor ama dışarıda kafasını okşatmıyordu. Sanırım mahallenin bıçkın delikanlısı imajını korumaya çalışıyordu. 

Minnoş’la bunları yaşarken 6 Mayıs’ta adı sonradan Todor olacak bir yavru, kafasına büyük gelen kulakları ve minicik gövdesiyle hayatıma hızlı bir giriş yaptı. Tıpkı Minnoş’un girişi gibi, plansız.

Minnoş evi otel olarak kullanmaya o kadar alışmıştı ki ufaklığın varlığını umursamadı bile. 

Taşınma vakti yaklaştıkça kafamdaki Minnoş’u yeni mahalleye nasıl alıştıracağım sorusu da büyüyordu. Bakın Google’a “kediyi yeni” yazdığınızda cümleyi şöyle tamamlıyor. 

Kediyi yeni eve ya da yeni sahibine nasıl alıştıracağınız konusunda istemediğiniz kadar bilgi varken “kediyi yeni mahalleye alıştırmak” dediğinizde internet sus pus oluyor. Diğer yandan evinden alınıp uzaklara bırakılan kedilerin kilometrelerce yol katedip evlerine geri dönmeleriyle ilgili hikayeler var. 

Taşınacağım evle bu evin arası da en fazla iki kilometre olduğundan geri dönmeye çalışması ihtimali beni korkutuyordu çünkü bu, bir sürü işlek cadde geçmesi demekti. Minnoş mevcut hayatından çok memnundu ama bunun ne kadarı sosyal çevresinden ne kadarı benim varlığımdan kaynaklanıyor kestiremiyordum. Sosyal çevre derken şöyle bir şeyden bahsediyorum:

Bu sokakta her köşede her parmaklıkta kokusu vardı, gözü kapalı dolaşırdı. Kedileri tanıyor, güvenli ve tehlikeli yerleri biliyor, yağmur yağsa nereye sığınacağını muhtemelen düşünmüyordu. Bir de bu sokak kedi dostu bir sokaktı. Her köşede mama, su olurdu ve kedilere kötü davranan kimseyi görmemiştim. Ayrıca Sibel vardı. İnsanların bazıları ona yarım akıllı diye baksa da her gece aynı saatte kocaman çantasıyla gelir, her kediyi ismiyle tanır, tek tek çağırır, hepsinin yediğinden emin oluncaya kadar çantasından sosis ve mama çıkarırdı. 

Diğer taraftan ben Minnoş’suz yapamazdım. Bir yıldır beraber yaşıyorduk, her gece gelmese de geldiği her gece beraber uyuyorduk, beraber yiyorduk ve onu çok seviyordum. Her haliyle çok seviyordum ve yokluğunu düşünmek istemiyordum. 

O günlerde Minnoş göğsüme uzanmış, göz göze yatarken “Minnoş, gelir misin benimle yeni eve yoksa burada mı mutlusun, ne olur bir işaret ver bana” dediğimi ve gözlerinde bir işaret görmeye çalıştığımı hatırlıyorum. 

Bunu okuyan ve kedisi olan arkadaşlarım içinde olduğum bu çıkmazı anlamakta zorlanıyor olabilirler. İnsan bu kadar sevdiği kedisini bırakmayı nasıl düşünebilir, değil mi? Sen nereye kedin oraya. 

Ben Minnoş’a en başından beri hep seçenek sundum ve hep istediği şeye kendi karar versin istedim. Önüne bir tabak çiğ et bir tabak pişmiş et koydum. Mamasını değiştireceğim zaman bir tas o mamadan bir tas bundan koydum. Beyaz peynir ve dil peyniri koydum. (Dil peynirini tercih etti). Yumurtanın sarısını ve beyazını koydum (Beyazın yedi). Yağmur yağarken apartmanın kapısını açtım, o kararsızlıkla bir içeri bir dışarı bakarken sabırla bekledim. Yağmura rağmen dışarıda olmayı tercih ederse buna saygı gösterdim. Bütün odaların kapılarını açık tuttum, yatmak istediği odayı kendi seçsin dedim ve gelip göğsümde yatmayı seçtiğinde çok mutlu oldum. 

Ayaktayken eğilip Minnoş’u yerden alıp, kucağımda sevmedim. Ben ona sevgimi gösterirken o “inşallah beni düşürmez” endişesi yaşasın istemedim. Eşit olalım, sevgimizi karşılı olarak gösterebilelim, ben onun gıdısını okşarken o da patisini yanağıma uzatabilsin dedim, sevmek istediğimde yanına uzandım. “Hayır şimdi oynamak istemiyorum” deyip totosunu döndüğünde “Sen gelip yatasın birazdan koluma, gör bak o zaman nasıl ısırıyorum o burnunu” dedim ama zorla sevmedim. Bana mecbur olmasın, yanımda mutlu olduğu için yanımda olsun istedim. 

Tıpkı kısırlaştırma kararını veremediğim gibi onu alışkın olduğu, sevdiği çevreden koparma kararını da onun adına ben kolayca veremedim. 

Taşınma öncesi yeni eve gidip geldikçe etrafa bakıyor, kedi görmeye çalışıyordum. Maalesef o sokak şimdiki kadar kedili değildi. Minnoş günün çoğunu dışarda geçireceği için bu da canımı sıkıyordu. Dövüşeceği ve sevişeceği onca kedinin arasında alıp buraya tek başına bırakmak. 

Günler geçti ve taşınma günü geldi. Kamyon yüklenirken Minnoş oralarda dolanıyordu. Kamyon yüklendi, kapısı kapandı. Ben arabaya bindim. Bakıştık. Hiç hamle yapmadı. Bunu “kalmak istiyor” diye yorumladım.

Kafamdan şöyle düşünceler geçiyordu: “Belki de Minnoş’un hayatındaki rolüm buydu. Yetişkin olana kadar yanında olup insanlara güvenen, kendine güvenen mutlu bir kedi olmasına yardım etmekti. Hem ev yakın. Bir kaç günde bir gelir yoklarım. Bir gözüm üzerinde olur. Belki bu ufaklık (Todor) için de böyle olacak. Aşılarını yaptıracağım, mamasını alacağım, yanında olacağım, sokağı öğreteceğim ve bir sene sonra belki bu da mezun olup yoluna gidecek. 

Üç gece dayanabildim. Dördüncü gece “Hayır böyle olmayacak. Ben Minnoş’u almaya gidiyorum” dedim ve yarım saat sonra Minnoş’la eve döndük. Hemen bir tabak et koydum. Yedi ama çok tedirgindi.

Gece boyu sakinleşmedi. Evi dolaştı, her yeri kokladı. Pek tanıdık koku bulamayınca daha çok kokladı. Sonra bir sandalyenin altına saklanıp stresli olduğu zamanlarda yaptığı gibi dili dışarda hızlı hızlı solumaya başladı. Ben sevmeye çalıştıkça kaçtı. 

Çaresiz götürüp eski mahalleye bıraktım. İki üç günde bir akşam vakti gidiyordum. On – on beş dakika sevip okşayıp, iyi olduğunu görüp dönüyordum. Sibel’in dışarıda olduğu saatlere denk getirip ondan havadisleri de alıyordum. Dün gece görmüş mü? Gelip mama yemiş mi?  

15 Temmuz gecesine böyle geldik. Ben taşınalı üç hafta olmuştu ve iki üç günde bir yaptığım akşam ziyaretleri üç dört günde bir olmaya başlamıştı. O gece evde yalnız otururken canım sıkıldı. Dışarı da çıkmak istemiyordum çünkü 15 Temmuz’un birinci yıldönümüydü ve insanlar sokaklardaydı. Yürüyüş falan yapılıyordu galiba. Arabaya binip Minnoş’u görmeye gittim. 

Sibel beni görür görmez “Minnoş’u gördün mü?” diye sordu. Hayır, dört gündür görmemiştim. “Ayy çok fena, köpekler saldırmış galiba çenesi çok kötü, sosis verdim yemedi, kaçıyor” gibi birşeyler söyledi. Ben “Nasıl yani?” diyemeden  “Çene kemiği dışarda, ağzı kapanmıyor” diye devam etti. 

Beş sene sonra, Minnoş yanımda uzanmış, bu satırları yazarken bile gözlerim doldu. 

Neyse ki kriz anlarında soğukkanlı kalan bir yanım var. Sibel bazen olayları abartır. O kadar kötü olmayabilir. Kötü olsa bile ortalıkta dolaştığına göre demek ki genel durumu çok kötü değil. Çenesi dağılmış olsa bile ameliyatla düzelir muhtemelen. Ne ameliyatlar yapıyorlar. İyi bir doktor bulmak lazım. Yine narkoz alacak. Ne yapalım, iyi olsun da. Seni bir daha asla bırakmayacağım Minnoş. Şimdi seni bulalım da. 

Ben bir yandan Sibel bir yandan “Minnoş” diye seslenmeye başladık. İki dakika olmadan göründü.  Düşündüğümden daha kötü haldeydi. İlk fark ettiğim simsiyah olduğu ve ağzının kapanmadığıydı. Ben Minnoş’un çok kirli hallerini gördüm. Öyle birşey değildi. Açık ağzından salyalar sarkıyordu. Zayıflamıştı. Yaklaştım, kaçmaya çalıştı. Tuttuğum gibi kucağıma aldım, arabaya koşmaya başladım. Ağzının sağ yanı berbat haldeydi. Boydan boya açılmış, kemik görünüyordu. Arka koltuğa koyup, arabayı çalıştırdım. Artık o anda soğukkanlılık falan kalmadı. Bağırarak ağlamaya başladım. Minnoş arabaya binmeyi zaten sevmez, bir de şimdi iyice korkmuş halde bağırıyor ama benim sesim daha fazla çıkıyordu. “Ben seni nasıl bıraktım Minnoş. Ben seni nasıl bıraktım. Affet beni Minnoş.” Hani ağlamak yetmez insan avazı çıktığı kadar çığlık atar ya, öyle.

Eve girdik, onu küçük odaya yatırdım. Mama koydum ama yiyemiyordu. Salyalardan ıslanmış çenesine ve göğsüne etraftaki toz pislik yapışmıştı. Ağzı kapanmadığından kim bilir kaç gündür kendini de yalayamamıştı. Küçücük kalmıştı ve çok halsizdi. Ama asıl o çenesi, o yarılmış damağından görünen koca kemik. 

Hemen bizimkileri görüntülü aradım. Tarif edemeyecektim çünkü ağlamaktan zor konuşuyordum. “Çenesi çok fena, kemiği ortada, ağzı kapanmıyor” dedim. Ben ameliyat filan derken Kıvanç “Abla kamerayı yaklaştırsana şunun ağzına, bu pisboğaz yine tavuk mavuk yerken kemiği batmış olmasın ağzına” dedi. Telefonu bıraktığım gibi ağzını iyice açıp kemiğe baktım. Gerçekten de öyleydi. Ağzının sağ yanında boydan boya görünen o kemik damağının ve dişlerinin üzerine oturmuştu. Hiç tereddütsüz tutup çektim. Çıktı. Kemik elimde gülmeye başladım. Minnoş hemen yere atladı, mama tasının başına geçti. Hiç ara vermeden bir tas mamayı bitirdi. Bir tas daha koydum, onu da bitirdi. O gece beraber uyuduk. 

İşte böyle. 15 Temmuz Minnoş’u neredeyse kaybettiğim ve aynı zamanda hayatıma bir daha çıkmamak üzere ikinci kez girdiği gece oldu. 

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *