pandemi panik ve priz

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Pandeminin ilk günlerini hatırlıyor musunuz? 2020 nin Mart ayına yeni girmiştik. Coronavirüs diye birşeyden bahsedilmeye başlamıştı. Hava yoluyla bulaşıyordu ve öldürücüydü. Başta İtalya ve Çin olmak üzere yurt dışından gelen haberleri yakından takip ediyor, astronot gibi giyinmiş görevlilerin üzeri şeffaf naylonla kapatılmış sedyeleri ambulanslara bindirişlerini korkuyla izlerken bize de gelir mi? gelecek mi?” endişesi yaşıyorduk. 11 Mart’ta dünya sağlık örgütü bunun bir salgın olduğunu duyurmuş, aynı gün Türkiye’deki ilk vakanın görüldüğü açıklanmıştı. 

Sonra herşey çok hızlı oldu. 12 Martta spor karşılaşmalarına seyirci alınmayacak dendi. 13 Mart’ta yurt dışından gelenlere karantina uygulanmaya başladı. 14 Mart’ta sınır kapıları kapatıldı. 15 Mart Pazar geceyarısından itibaren içkili eğlence mekanlarının ve kütüphanelerin kapatılacağı, Cuma namazlarının cemaatle kılınmayacağı duyuruldu. Bizi ilgilendiren daha çok ilk kısımdı. 

O gece biz bir daha ne zaman dışarıda bira içeceğimizi, hatta bir daha dışarıda bira içip içemeyeceğimizi bilmeden Kadıköy’deki Ağaç Ev’de son canlı şarkılar eşliğinde son biralarımızı içiyorduk. O an bunun çok rakınrol bir hareket olduğunu düşünüyordum. Hâlâ da öyle düşünüyorum. 

Normal bir gecede yapacağımız gibi yirmili yaşlarımızdan beri dinlediğimiz o klasik şarkılara eşlik ettik, “Bu gece buradan bunlardan biriyle çıkacak olsan, hangisini seçersin. Cevap vermek mecburi” geyiği yaptık. Saat on ikiyi beş geçe son şarkılarını söyleyip sahneden inen grubu alkışladık. “Bir daha ne zaman görüşeceğimizi bilmiyoruz, o zamana kadar…” gibi bir veda konuşması yaptılar. Onlar kabloları toplayıp gitarlarını kutularına koyarken garip hissediyordum. Sadece amfinin değil gece hayatının fişi çekiliyordu. Birazdan barın ışıkları sönecek  ve… ve sonrasını bilmiyoruz.

Ertesi gün yani 16 Mart’ta işe gittiğimde ortama panik havası hakimdi. O sabah tüm okullarda eğitime ara verildiği, sinema, tiyatro ve konserlerin iptal olduğu, spor salonlarının, havuzların kapatıldığı, nişanların düğünlerin yasaklandığı duyurulmuştu. Birbirimize yaklaşırken tedirgin olmaya başlamıştık. Telefonlar aralıksız çalıyor, siparişler iptal oluyor ya da belirsiz bir tarihe erteleniyordu. O gün ben ve benim gibi yıllık izin hakkı olan herkes, yani şirketin yarısı, izne çıkarılıp eve yollandık.

Akşam kafam karışık bir şekilde evde otururken aklıma kim bilir ne zaman alıp bir türlü izlemediğim salgın filmi geldi. Sonuçta bu covid denen şey kırk yıllık hayatımında denk geldiğim ilk salgındı ve o an için salgın adındaki bir film başımıza ne geleceği hakkında fikir verebilecek en iyi kaynak gibi göründü. Gülmeyin. Gerçekten de öyle oldu.

Filmde de o anki gerçekliğe paralel bir şekilde Çin’deki bir hayvan pazarında yarasadan ortaya çıkan bir virüs önce domuzlara, ordan da insanlara bulaşıyor, hava yoluyla birbirinden virüsü kapan insanlar patır patır ölmeye başlıyorlardı. Evlerine kapanan insanlar, duran hayat, ıssız sokaklar, yağmalanan marketler, ne yapacağını bilmeyen hükümetler, aşı çalışmaları, insanların aşıya ulaşma savaşları… 

Takip eden bir kaç günde en çok konuşulan konu sokağa çıkma yasağı ve şehirler arası seyahat kısıtlamasıydı. Sokağa çıkma yasağı konuşulmaya başlanınca herkes marketlere koşmuş, makarna  ve un rafları boşalmıştı. Uzmanlar virüse karşı kolonya tavsiye ettiği için kolonya bir anda bulunmaz bir şeye dönüşmüş, marketler kolonya satışına kota koyarken insanların elleri aşırı kolonyadan hatır hatır olmaya başlamıştı. 

Böyle zamanlarda bana bi haller olur. Hani “cenazeye gittin ağla, düğüne gittin oyna” denir ya aynen öyle. Toplumsal bir panik olunca dışında kalmam, atarım kendimi içine. Beş yıl önce 15 Temmuz gecesi de öyle olmuştu. Darbe de çok tecrübeli olduğum bir konu değildi ama baktım bütün mahalle bakkalda sıraya girmiş hemen ben de koşmuştum. Ne alacağım hakkında hiç bir fikrim yok, evde yemek de yapmıyorum. Olsun zaten önemli olan mahallenin ruh halini paylaşmak. Sıra bana gelince çoğunluğun yaptığı gibi ben de iki paket makarna alıp dönmüştüm eve. Sanırım iki yıl falan durmuştur o makarnalar. Zira çok bayıldığım bir şey değil. Haa “taze makarna yaptık balkabaklı , pesto sosu da bahçedeki fesleğenlerden elde hazırladım” deyin Eskişehir’den kalkar gelirim, o ayrı. 

Ne diyordum. Evet… toplumsal panik. Gözümün önünden gitmeyen şöyle bir manzara var: Salı ya da Çarşamba akşamı, covid tedirginliği tırmanıyor, mahalledeki markete gitmişim. Yine makarna alacağım ama raf boşalmış. Bir paket bile kalmamış. Durum o kadar saçma geliyor ki boş rafların fotoğrafını çekip bizimkilere gönderiyorum. Sonra sürüye katılmanın coşkusuyla 32 li tuvalet kağıdı ve bir şişe kolonya alıp kasaya gidiyorum. Sepetler üç aşağı beş yukarı aynı şeylerle dolu. Kasa sırasında bile insanlar paniği yaymakla meşgul. “Bizim bi akraba emniyette çalışıyor, hafta sonu yasak gelecekmiş… Bu geldiğim üçüncü market, hiç bir yerde kolonya kalmamış…” O sırada önümdeki adamı fark ediyorum. Hiç bir şey almamış, bir eli dizleri çıkmış eşofmanının cebinde, diğeriyle kirli sakalını kaşıyarak etrafına bakıyor. Şaşkın. Sanki “arkadaşlar hayırdır, ne ayak bu kolonyalar?” diyecek. Demiyor. Sıra kendisine gelince iki paket sigara alıyor. Kapıya gelince paketlerden birini açıp bir sigara yakıyor. Gitmeden son bir kez dönüp bize bakıyor, “Allah Allah” der gibi başını sallıyor.  

Bugün tabii kendimiz geçirmemiş olsak bile hepimiz hastalığın seyri konusunda tecrübeliyiz. Her yakalananın ölmediğini, hatta ölüm oranlarının oldukça düşük olduğunu yaşayarak gördük. Ama o günlerde bunu bilmiyorduk. Televizyonda yoğun bakımlardan, makineye bağlananlardan, nefes alamadığı için ölen insanlardan, altmış beş yaş üzerinin kurtulma şansının az olduğundan bahsediliyordu ve iki üç kat önlüğün altında terden sırılsıklam olmuş doktorların görüntüleri dönüyordu. 

Ben her yerin kapatıldığı o Pazartesiyi takip eden üç gün büyük kararsızlık içindeydim. Annem babam ve kardeşim Eskişehir’deydiler ve hafta sonu seyahat yasağı gelmesi ihtimali konuşuluyordu. Uzun süreli bir seyahat yasağı gelirse ve bizimkilerden biri hastalanırsa, ya da ben burada hastalanırsam? Birbirimizi son bir kez göremezsek? Peki ya şu son bir kaç günde virüsü zaten aldıysam ve bizimkilere götürürsem? Almamışımdır canım. Ya aldıysam? Üç günü böyle geçirdikten sonra Cuma sabahı “eeeeh ne olacaksa, bari bir aradayken olsun” deyip arabayı yükledim. 

Bu ruh haliyle belirsiz bir süreliğine başka bir şehirde yaşamaya giderken yanınıza neler alırdınız? Hele bir de arka koltukta kedileriniz varsa ve hatchback arabanızın bagajı da pek geniş değilse. Hadi buyrun en önemli eşyalarınızı seçin. Ben de öyle yaptım. Kedilerin kum kabı, kumu, oyuncakları, içinde yattıkları çadır, Todor’un üzerinde uyumayı sevdiği battaniye. (Çadırla battaniyeye ne gerek var diyebilirsiniz ama kediler için yeni bir eve alışırken ne kadar tanıdık eşya, yani ne kadar tanıdık koku, o kadar güvenlik hissi) Bilgisayar, kozmetikler, ilaçlar, pijama, çamaşır, kıyafet, ayakkabı, çiçeklerden susuzluğa dayanıksız olanlar…

Peki bu elzem eşyaların arasında beş metre kablolu çoklu priz olur mu? Görünce bizimkiler de şaşırdılar. Şaşırmayın. Eğer uyanık bir müteahhit tarafından kentsel dönüşümle yapılmış, maliyetten ve metrekareden kısılıp, tavan yükseklikleri yirmişer santim azaltılarak satılabilecek bir kat daha yaratılmış bir binada oturuyorsanız ve salonunuzda (yazıyla) bir (rakamla 1) adet priz varsa o uzatma kablolu çoklu priz canınızın derdine düşmüşken bile yanınıza alacağınız en önemli eşyalarınızdan biri olabilir.

O kabloyu koluma dolayıp salonda dolaşırken her ne kadar kendimi gazino sahnesindeki Zeki Müren gibi hissetsem de durum aslında aşağıda gördüğünüz üzere biraz daha acıklı. Üstelik elektrikçi çağırıp ikinci bir priz taktırmamız da fayda etmedi çünkü duvar kırıp boya badana işi çıkarmadan takabildiği priz ilkiyle aynı duvarda.

Peki Eskişehir’de ne oldu dersiniz. Ben bir elimde bilgisayar bir elimde uzatmalı prizim, salonda nereye otursam diye bakarken oturacağım her noktanın yakınında bir priz olduğunu fark ettim. Salonu çepeçevre dolaşıp saydım, duvarlara çok mantıklı aralıklarla yerleştirilmiş tam yedi tane priz var. (yuh) Bunu görünce bizim çakal müteahhide hak verdim. Dünyadaki priz üretimi sınırsız olmadığına göre müteahhidin biri bu kadar bol kullanınca diğerine kalmaması mantıklı tabii.

İşte böyle kıymetli arkadaşlarım. Başladığı noktadan hem fiziksel hem de içerik olarak 300 kilometre uzakta biten bir yazının sonuna geldik. Bitirirken, unutmayalım ki şehirler değişir, kablodur prizdir bu küçük meseleler, halledilir. Yeter ki akıl sağlığımıza ve mizah anlayışımıza zeval gelmesin.

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *