dün enteresan bir gün geçirdim

Dün enteresan bir gün geçirdim. 

Kadıköy’de dolaşırken uzun zamandır görmediğim bir arkadaşıma rastladım. Ayak üstü hal hatır faslından sonra, “Hadi yemek yiyelim” dedi. Boş boş dolaşmaktan sıkılmıştım. Hem biraz laflarız, açılırım hem de hesabı ona çakarım düşüncesiyle kabul ettim. 

Oturunca güneş gözlüklerini çıkardı. Gözleri şişmiş, yanları kıpkırmızıydı. Alerjik bir şey mi acaba dedim. Değilmiş. “Sinirim bozuldu sabah sabah, öğlene kadar ağladım” dedi. Meğer önceki gece rüyasında bir bebek doğurduğunu görmüş. Bir kız. Tam bebeği sevinçle kucağına almış ki bir de ne görsün, bebek kaynanası. “Bir de sırıtıyordu üstelik ” diye ekledi. Kocasına anlatsın mı bilememiş. Ben evlilik işinden pek anlamam ama karı koca arasına girilmeyeceğini bilirim. Bir şey demedim. O sırada telefon çaldı, kocasıydı. Gitar dersinden çıkmış, karnı açmış, nerede buluşsunlarmış. 

Yarım saat sonra şaşkın bir yüzle geldi. Oturur oturmaz bir şişe suyu tek nefeste içti. Meğer yolda bir kaza olmuş. Arabasına çarpmışlar. Çarpan araba da yeşil renk, eski bir Kartalmış. Anlatırken bir taraftan da telefonunu çıkarmış, kazanın fotoğraflarını bize gösteriyordu. 

Arabaların duruşundan hatanın yüzde yüz bizimkinde olduğu belliydi ama bunu yüksek sesle söylemedim. Zateni şoku atlatamamıştı, bir de ben üzerine gitmeyeyim düşüncesiyle “Tabi canım, apaçık görünüyor zaten, yüzde yüz karşı tarafın suçu. Alacaksın ehliyetini, bir daha vermeyeceksin” gibi bir şeyler söyledim. 

O ise oturduğu yerde biraz dikleşip anlatmaya devem etti. Söylediğine göre arabayı kullanan amca yüz yaşında varmış ve asker üniforması giyiyormuş. Artık ehliyeti mi yoktu neydi, polis çağırmamaları konusunda ricacı olmuş. Bizimki adamın çekindiği bir şey olduğunu düşünüp tutanaktı, polisti ısrar etmiş. Bunun üzerine adam sakince gelip karşısında durmuş, gözlerinin içine -ama taa içine-  uzun uzun bakmış. “Evlat, gel bu işi aramızda halledelim, sana en çok istediğin şeyi verebilirim” demiş. Sonra acelesizce eski yeşil arabanın bagajını açıp gıcır gıcır bir Fender gitar çıkarmış. Bizimkinin içi gitse de belli etmemiş. Tam “Ne var ki? Bunu gider ben de alırım” diyormuş ki adam gitarın askısını bunun boynuna geçirip “Çal” demiş. 

Burada durup ikimizin gözlerine baktı ve bir bardak daha su içti. Yutkundu.

Bizimki sağ elini tellerin üzerine koymasıyla birlikte kendini Fade to Black’in girişini çalarken bulmuş. On dakika önce gitar dersinde Greensleeves’i çalmaya çalışırken, orada birbirine yaslı iki arabanın yanında durmuş, parmaklarının ustalıkla tellerin üzerinde hareket edip, bu melodiyi kusursuz bir şekilde çalışını izlemiş. Çalan kendisiymiş ama elleri sanki kendi başlarına hareket ediyorlarmış. Bütün bunlar olup biterken Kartal’ın yan koltuğunda oturan teyze ise elma soymaya bir an olsun ara vermemiş.

Hikâye bittiğinde arkadaşımın şiş gözleri buğulanmıştı. Bakışlarını benden kaçırarak eşinin koluna dokundu. “İstersen kalkalım biz artık” dedi. Doğrusu anlattıkları bana da pek mantıklı gelmemişti. Eşi, hikâyesine pek inanmadığımızı görünce ayağa fırladı “Kalkın gidiyoruz, size göstereceğim” dedi. Çaresiz peşine takıldık.

Az ilerde müzik aletleri satan bir dükkana geldik. Dükkanın önünde oturmuş çalıp söyleyen bir grubun arasından geçip içeri girdik. Duvarda asılı gitarlardan birini işaret etti. Satıcı boğazını temizlemiş gitarı övmeye hazırlanıyordu ki, bizimki ufak bir akort faslından sonra daha önce duymadığım bir melodi çalmaya başladı. İnanılmazdı. Çok güzel çalıyordu. Kapının önündeki grup da çalmayı bırakmış, kulak kesilmişlerdi. Az sonra içeri girdiler, melodiye eşlik etmeye başladılar. Arkadaşımla ben şaşkın gözlerle birbirimize bakıyorduk. Müzik çok güzeldi. Çaldıkça herkes neşelendi. Hareketli melodilere geçildi. Biz de bazen söyleyerek, bazen el çırparak eşlik ettik. 

Müzik faslından sonra muhabbet başladı.

Bendir çalan sevimli adam Amerikalıymış, kemençeci kız ise Fransız. Adam Amerika’da yaşadığı dönemde San Francisco’da tramvay şoförüymüş. Bir gece son seferden dönerken koltukların arasında bulup, bir iki vurduktan sonra sesinden çok etkilendiği bu aletin peşinden İstanbul’a kadar gelmiş. Kız ise buralara nasıl geldiğini anlatmadı, “aşk” dedi yalnız kırık Türkçesiyle. “Allah mesut etsin” dedik.

Bir arkadaşları daha varmış mutlaka tanışmamız gereken. Biraz çatlaktır diye de uyardılar bizi onun yanına giderken. Küçük bir tatlıcının kapısından girdik. “Niko” diye seslendiler. Arka taraftan başında fötr şapka, elleri unlu genç bir adam geldi. Aslında çocukluğundan beri kanun çalıyormuş ama İstanbul’a gelip baklavayla tanıştıktan sonra müziği bırakmış. Birkaç yıl sırtında oklavası, baklava açarak dünyayı gezdikten sonra bu küçük dükkanı açmış. “Güzel bir haberim var size” dedi. O sabah, İsviçre’deki bir aşçılık okuluna Türk tatlıları üzerine çalışma yapmak üzere kabul edildiğini öğrenmiş. Bu güzel haberi elbette baklavayla kutladık. Gerçekten çok lezzetliydi. Yerken kendimizden geçtik. 

Sohbet gitgide koyulaştı. Konu dönüp dolaşıp nasıl oralara geldi hatırlamıyorum ama sirtaki yapmanın bel ağrısına en iyi ilaç olduğundan, bir büyük rakı içmeden sahneye çıkmayan bir Polonyalı caz sanatçısından ve geçmişin yeniden yazılabilirliği (Reconstructability of the Past) makalesiyle bilim dünyasında çığır açmışken, temizlik hastalığına yakalanıp evine kapanan, günlerini mutfağı tekrar tekrar temizleyerek geçiren bir kadından bahsettik.

Vakit epey ilerlemişti. Muhabbetin sonu da gelecek gibi olmayınca müzisyen arkadaşlarla vedalaşıp kalktık. Kendi aramızda site hayatının güzelliğinden, böyle kalabalık böyle keşmekeş bir mahallede yaşamanın ne kadar korkunç olacağından bahsederek yürürken bir anda üzerimize bir şey döküldü. Ne olduğunu anlamadan hafifçe ıslandık. Yukarı baktığımızda ikinci kat balkonundan bize bakıp gülen bir çocuk gördük. Bacak kadar çocuğun o balkonda tek başına ne işi olacak. Kesin yanında birileri vardı. Apartmanın ikinci katına çıkıp zili çaldık. Sekiz–on yaşlarında kıvırcık saçlı bir kız açtı kapıyı, bizi görünce ağlamaya başladı. Sonra babası gelip evde bu kızdan başka çocuk olmadığını, üzerimize suyu olsa olsa üst kattaki Alzheimer hastası amcanın dökmüş olabileceğini söyledi. 

İşin peşini bırakmadık. Üst katta bizi iyi giyimli bir beyefendi karşıladı. Alzheimer hastasına benzer bir hali yoktu. Kibarca içeriye davet etti. Girdik. Amca birkaç yıl önce o kötü hastalığa yakalandığını, hatta çorabını giyemeyecek duruma geldiğini kabul etti. Sonra da Alzeheimer’a iyi gelen Çanakkale’ye özgü bir tür peynir tatlısı sayesinde nasıl iyileştiğini anlattı. Yoksa o hastalığın Çanakkale’de görülme oranının Türkiye ortalamasının bu kadar altında oluşu tesadüfle açıklanabilir miydi? Ne desek bilemedik.  Gerçi amca bu tatlıyı yiyerek iyileşmiş iyileşmesine de bu süreçte iki ilginç şey olmuş. Birincisi, gençliğinde ralli pilotu olan adam iyileştikten sonra saatte elli kilometrenin üzerine çıkmaz olmuş. İkincisi de eskiden musikiden pek hazzetmezken şimdi tüm vaktini tambur çalarak geçiriyormuş. Bazı günler beş saat çaldığını söyleyip kızarmış, su toplamış parmak uçlarını gösterdi. Müsaade istedik.

Aşağı indik. Karşı kaldırımda, kalın gövdeli bir ağacın gölgesine dikilip beklemeye başladık. On dakika geçmeden az önce bize kapıyı açan kıvırcık saçlı kızın babası atletiyle balkonda belirdi. Elinde yarı dolu bir su bardağı vardı. Minik oğlan yine balkon demirlerine yaslanmış, aşağı bakıyordu. Bu seferki kurbanları genç bir çift oldu. Kafalarından aşağı yarım bardak suyu yiyince kız bir çığlık attı, oğlan yukarıya baktı. Adam, genç çiftin olduğu yerden görünmeyecek bir şekilde balkon kapısına yaslanmış kıs kıs gülüyordu. 

Balon fikri kimden çıktı emin değilim ama beş dakika sonra su dolu balonlar elimizde, ağacın kuytusunda yerimizi almıştık. Atletli adam az sonra elinde yarım dolu su bardağıyla balkonda belirip yani kurbanlarını beklemeye başladığında hücuma geçtik. Hazırlıksız yakalanmıştı. Balkonun tavanına, duvarlarına çarpıp patlayan balonlardan fışkıran suyla sırılsıklam oldu. O bize fırlatacak bir şeyler ararken, yanındaki ufaklık olan biteni kahkahalarla izliyordu.

Yani… Üç aşağı beş yukarı böyle oldu. Detaylarda yanlış hatırladığım bir şeyler olmuşsa da, mutfakta oturmuş bunları yazarken hâlâ şaşkınlığımı atamamış olmamdandır. 

Sevgiyle kalın…

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *