İskoçya notları II: Ütopya köy New Lanark
İskoçya’ da gördüğüm, öğrendiğim, şaşırdığım şeylerden sonra ne yaptığım, nereleri gezdiğim kısmına gelirsek…. Jeanette Winterson’un kitap tanıtımına katılmayı, olası herhangi bir hayal kırıklığından çok korktuğum için son iki güne bıraktım. İlk gün Edinburgh’la kısa bir tanışma ve hal hatır faslının ardından müsaade isteyip trene bindim. İstikamet New Lanark. İki yüz yıl önce ileri görüşlü bir adamın, mutlu bir topluluk yaratmak için geliştirdiği fikirleri hayata geçirdiği ütopya köy.
Gitmeden önce hakkında bazı şeyler okumuştum. Daha köy kurulmadan önce, bu bölge (Clyde nehri ve içinden geçtiği Clyde vadisi) yüzyıllar boyunca doğasının güzelliğiyle pek çok ressama ilham olmuş bir yermiş.
1785 yılında bölgeyi gezmeye gelen biri bankacı biri fabrikatör iki adam, bu vadiye bakarken güzel manzaraya ilave olarak nehrin gürül gürül akan sularıyla dönen su değirmenleri, bu değirmenlerin ürettiği enerjiyle çalışan makinalar, bu makinalarda işlenip ipliğe dönüşen çuval çuval pamuklar görmüşler.
Çok geçmeden de kolları sıvayıp, bunları gerçekleştirmişler. İlk değirmen bir yıl sonra dönmeye başlamış. Ertesi yıl ikincisi, sonra üçüncüsü, e tabii işçiler için kalacak binalar derken… On yıl içerisinde New Lanark, fabrikadaki çeşitli görevlerde, çoğunlukla da iplik üretiminde çalışan bin beş yüz kişinin yaşadığı bir üretim köyüne dönüşmüş ve takip eden yüz elli yıl boyunca İskoçya’nın en önemli iplik üretim merkezi olmaya devam etmiş. Bu, işin endüstriyel boyutu. Bir de sosyal boyutu var ki ütopya köy adı buradan geliyor.
Tekstil işiyle ilgilenen Robert Owen adındaki genç adam, köyü ziyareti sırasında hem burada kurulmuş üretim sisteminden hem de fabrika sahibinin kızından çok etkileniyor. Ertesi yıl fabrikayı ve tabii onunla birlikte köyü, artık yaşlanmış olan müstakbel kayınpederinden satın alıp, kızıyla da evleniyor. Böylece on dokuzuncu yüzyılın ilk günü olan 1 Ocak 1800’de New Lanark’ta Owen dönemi başlıyor.
Robert Owen, bir taraftan fabrikayı yönetirken bir taraftan da mutlu bir toplum yaratmak için gerekli sosyal ve ekonomik sistem üzerinde kafa yoruyor. Yaptığı gözlemleri Toplumsal sisteme yeni bir bakış ve İnsan karakterinin oluşum prensipleri gibi makalelerde ortaya koyup, bunları New Lanark’ta uyguluyor. O zamanın koşullarında çok radikal bulunan adımlar atıp, yıllar içerisinde çocuk işçiliğine son veriyor. Her çocuğun on sekiz aylıkken başlayıp on iki yaşına kadar devam ettiği bir okul açıyor. İşçilerin maaşlarından yaptığı küçük bir kesintiyle bir sağlık fonu kurup ücretsiz sağlık hizmeti sunuyor. Akşam okulunda yetişkinlere hem okuma yazma hem de müzik ve dans derslerine katılma imkanı veriyor.
Hayata geçirdiği fikirleriyle, kooperatif ve sendikalaşma gibi kavramların temelini atıyor. Fabrika sahibi olarak başladığı süreçte yaptıklarıyla en büyük işçi hakları savunucusu ve işçi hareketinin lideri haline geliyor. Üstelik bunları henüz Karl Marx doğmadan önce yapıyor.
Sadece bu kadarını bilmem bile bu adamı sevmem için yeterli oldu. Geçmişten birkaç önemli şahsiyetle buluşma, sohbet etme şansım olsa tanışmak isteyeceğim insanlar arasında yer alıyor kendisi.
Ziyaretçileri yukarı kasabadaki tren durağından alıp köye getiren servisin içinde dağ yolundan kıvrıla kıvrıla inerken, aklımda bunlar vardı. Heyecan dolu bir yolculuktan sonra New Lanark beni aşağıdaki manzarayla karşıladı. İlk görüşte aşk. Tam ihtiyacım olan yere gelmiştim.
Sırt çantamı hostele bırakıp, hemen dolaşmaya başlamak niyetindeydim. Görülecek bir sürü yer vardı: Fabrika binası ve makineler, su değirmeni, işçilerin yaşadığı evler, köy bakkalı, okul binası, Robert Owen’ın evi… Ne var ki hostele vardığımda aşağıdaki manzara ile karşılaştım ve içimi bir oturma isteği kapladı. Mutfakta kendime bir çay hazırlayıp, elimde kupam hostelin önündeki banka iliştim.
Oksijen mi çarptı, yeşil mi bilmiyorum ama epey bir süre orada sadece suyun sesini dinleyerek oturdum. Kalkarken kendimi çok daha sakin, daha iyi hissediyordum.
Hatırlar mısınız, on yıl öncesine kadar cep telefonlarımızın ne GPS özelliği vardı ne de harita uygulaması. Bilmediğimiz yerlerde yolumuzu kağıt haritalara bakarak bulurduk. Oysa şimdi baktığımız haritaların üzerinde minik kırmızı bir ok var nerede olduğumuzu, ne tarafa gittiğimizi gösteren. Sağa dönmemizi, sonra yüz metre düz gitmemizi söyleyen. Onun sayesinde çevremize bakmaya, gördüğümüz binaları hatırlamaya, geçtiğimiz yollara çakıl taşları bırakmaya ihtiyaç duymuyoruz. Kaybolmuyoruz.
Bu yolculuğa çıkarken o kırmızı oku yanıma almamaya karar vermiştim. Telefonumu kullanmadan, kağıt haritamı evirip çevirerek bulacaktım yolumu. Kaybolursam da kaybolacaktım. Nasıl gönülden niyet ettiysem, geldiğim bu köyde değil GPS özelliğini kullanmak tek çizgilik bir sinyal yakalayıp alo demek bile mümkün değildi. Demek ki neymiş? Ne dilediğimize dikkat edecekmişiz.
Köyü dolaşmaya başladım. Binalar o kadar iyi muhafaza edilmiş, çevre düzenlemesi o kadar doğal yapılmıştı ki park halindeki arabalar olmasa 2015 yılında değil 1815 yılında olduğuma inanabilirdim.
Binaların içini gezme, hayalet bir rehber eşliğindeki tura katılıp köy tarihi hakkında daha çok şey öğrenme kısmını biraz ertelemeye karar verdim. Sanırım hayal gücüme köyle ilgili kendi hikayelerini istediği gibi yazması için zaman veriyordum. Dolaşırken sol tarafta bir patika fark ettim, binaları arkamda bırakıp tepeye doğru yürümeye başladım. Az sonra aşağıdaki tabelayı gördüm.
Normalde mezarlıklarla aram pek iyi değildir. Hele mezarlıkta tek başıma olma fikri tüylerimi diken diken eder ama o an öyle hissetmedim ve sağdan ayrılan ince patikaya girdim. İçimde korku demek istemediğim garip bir his vardı. Kalp atışlarım biraz hızlanmıştı. Beni tedirgin eden şey yalnız olduğum için herhangi birinin bana zarar vermesi ihtimali değildi. Ne olduğunu tam olarak bilmediğim bir şeyden çekiniyordum. Kısa bir yürüyüşün ardından aşağıdaki manzarayı görünce o his de hafifledi.
Geldiğim yer ağaçlarla çevrili, sayıları çok da fazla olmayan mezar taşlarının rastgele serpiştirilmiş gibi durduğu, aydınlık, genişçe bir alandı. Farkında olmadan üzerine bastıklarımdan -sessizce- özür dileyerek mezar taşları arasında biraz dolaştım. Üzerlerinde yazanları okumaya çalıştım, sadece birkaç tanesi okunabilecek durumdaydı. 1798 senesinde doğmuş on iki yaşında bir çocuğun ayak ucuna oturdum. Garip bir durum. O benden yüz seksen iki yaş büyük, ben ondan yirmi üç yaş büyüğüm.
Botlarımı ve çoraplarımı çıkarıp sırt üstü uzandım. Ellerim çimenlerde, gökyüzünü ve ağaçların yüksek dallarından düşen sarı yaprakları izledim. Kopan bir yaprak yere ulaşmadan, başka biri daha düşmeye başlıyordu. Havada aynı anda hep birkaç yaprak oluyordu.
Bir süre öyle uzandıktan sonra, içimde çaktırmadan hâlâ kıpırdanan son tedirginlikten kurtulmaya geldi sıra. Gözlerimi kapatıp, tamamen rahat hissedinceye kadar açmayacaktım.
İlk birkaç dakika geçmek bilmedi. İçimden bir ses “Kime neyi ispatlamaya çalışıyorsun, deli misin?” derken, ayaklarım da “Biz üşüdük, hadi giyip çoraplarımızı gidelim” diye mızmızlanıyordu. Ben de içimden “Korkmuyorum, korkmuyorum” diye tekrar ediyordum.
Yavaş yavaş bütün bu sesler alçaldı, sustu. Rüzgarın sesini duymaya başladım, yaprakların hışırtılarını. Toprağın pütürlü yüzeyini hissetmeye başladım parmak uçlarımda. Havanın serinliğini ve ağaçlardan mı yoksa topraktan mı gelen belli belirsiz kokuyu. Gözlerimi kapalı tutmak için sımsıkı yummama gerek kalmadı. Artık içimde en ufak bir korku kalmadığından emin bir şekilde gözlerimi açacaktım ki aklıma başka bir şey geldi. Gözlerimi ne zaman açacağıma ben karar vermeyecektim. Bunu ağaçlara ve rüzgara bırakacaktım. Ellerime ya da yüzüme düşen ilk yaprakla açacaktım gözlerimi. Ne de olsa acelem yok, yetişmem gereken bir yer de.
Ben gözlerim kapalı ilk yaprağı beklerken, sanırım onu oyuna katmadığım için bozulan şakacı bir bulut oyunumu bozdu. Ben yaprak beklerken yüzüme pıtır pıtır düşen yağmur damlalarıyla gözümü açtım. Çoraplarımı giyip botlarımı bağlayana kadar yağmur iyice hızlandı. Geldiğim yolu geri yürüyüp köye vardım. Karnım acıkmıştı. Köyün tek lokantasına yollandım.
Hafif üşümüşken güzel bir domates çorbasının üzerine sıcacık bir kumpir çok iyi gidecekti. Tezgahta yazan malzemelerin arasından tanıdıklarımı saymaya başladım. “Peynir olsun, ızgara sebze olsun, fasulye de deneyeyim” diye kaptırmış giderken, karşımdaki kadının bakışından bir terslik olduğunu sezdim ve “Çok mu fazla oldu?” diye sordum. “Yoo hayır, tamamen size kalmış. İstediğiniz kadar malzeme seçebilirsiniz” dese de huylandım ve saymayı bıraktım. İyi ki de öyle yapmışım. On dakika sonra garson elinde şöyle bir tabakla geldi. Kenara büzülmüş minik patatesi son anda fark etmesem yanlışlık oldu diye geri gönderecektim.
Tamam tatlı fasulye ve ızgara sebzeler süperdi. Dibini bile sıyırdım ama Allah aşkına o kocaman kase dolusu rendelenmiş peyniri kim yiyecek arkadaş. Malzemeden kısmamak bu olsa gerek. Ortaköy’deki kumpirciler olsa, bu kadar malzemeden en az üç kumpir çıkarırlardı.
Karnım tok, hazır yağmur da hafiflemişken köyü gezmeye başladım. Köy doğanın içine çaktırmadan, usulca yerleştirilmiş gibiydi. Sanki o binaları, o yolları yaparken kesmeleri gerekenden fazla tek bir ağaç kesmemişlerdi. Üstüne üstlük taş, ahşap ve cam dışında kalan malzemeleri kullanmaktan ısrarla imtina ettikleri de ortadaydı.
Elbette bu durum köyün kurulduğu yıllarda çimentonun henüz bulunmamış olmasına bağlı olmalıydı. Yoksa hepimiz biliyoruz ki günümüz teknolojisiyle yeni bir yerleşim alanı kurulacağı zaman, önce bölge ağaçlardan temizlenip tüm alana beton dökülür, inşaata ondan sonra başlanır. İnşaat tamamlandıktan sonra, plan çerçevesinde yeşil alan olarak bırakılan bölgelere hazır çim ekilip, hepsi aynı hizada ve boyda olacak şekilde ağaç dikilir. Aşağıdaki fotoğraflarda görüldüğü gibi.
Hadi o zamanın şartlarında bütün binaları taş yaptılar falan tamam da, hiç mi restore etmediler bunları, hiç mi ilave yapmadılar? Oralarda da taş dışında bir şey kullanmamakta bu kadar ısrarcı olmaları, kimse kusura bakmasın, bana bu adamların tavrında bir beton düşmanlığı olduğunu düşündürdü.
Şaka bir yana, köy gerçekten çok güzel korunmuş, ortalıktaki çöp kutuları gibi küçük detaylar bile güzel görüntüyü bozmayacak şekilde tasarlanmıştı. Etrafta benim gibi fotoğraf çekerek dolaşan turistler ve okul gezisiyle gelmiş mini mini birler, çalışkan ikiler dışında, kim olduklarını tam olarak anlayamadığım, hani neredeyse burada yaşıyormuş gibi görünen insanlar vardı. Bir anlam veremedim. Ev kıyafetleriyle köpeğini gezdiren yaşlıca bir kadın gördüğümde yanına gidip “Pardon, burada mı yaşıyorsunuz?” diye sordum. Cevap alamayınca acaba fazla kişisel bir soru mu oldu düşüncesiyle, “Şey, yani bu köyde şu anda yaşayan insanlar var mı? diye düzelttim. Kadın eliyle arka taraftaki binaları işaret ederek konuşmaya başladı. Neredeyse iki dakika aralıksız konuştu. Uzun uzun anlattı. İlk bir dakika, konuştuğu dilin İngilizce olduğu varsayımıyla ne dediğini anlamaya çalıştım. Sonra, anlama çabasını bırakıp, sadece me, the, one gibi bir söz yakalayıp en azından İngilizce konuşup konuşmadığını anlamaya çalıştım. O da olmadı. Kadının çok ağır bir aksanı mı vardı yoksa Almanca mı konuşuyordu, hâlâ bilmiyorum. Ben de ne yapayım, kendisine Türkçe teşekkür edip uzaklaştım.
Az sonra arabasından inip, elindeki market poşetleriyle binalardan birine giren bir adam gördüğümde artık emindim. Burada yaşayan insanlar vardı. İyi de hani burası Unesco dünya kültürel mirasıydı, binaların çoğu bilet alıp girilebilen müze tarzı yerlerdi. Bu kez en azından aynı dili konuştuğumuzdan emin olduğum birine soracaktım. Neyse ki bulduğum görevli sorularımı gülümseyerek dinledikten sonra sakince anlattı.
Köyün kalbi olan iplik fabrikası pek çok kez el değiştirse de 1960 lara kadar üretime devam etmiş. Sorasında ulaşım imkanlarının zorluğu ve rekabetin artması sonucu kapanmış. Fabrika kapanınca çoğunlukla işçilerin yaşadığı köy de tabii boşalmış. Fabrikadaki makinaların bir kısmı hurda olarak satılmış. On senden fazla boş kalan köy neredeyse yıkılmak üzereyken bölgenin ileri gelenleri tarafından bir vakıf kurulmuş ve bu vakfın yürüttüğü restorasyon çalışmaları sayesinde köydeki tüm binalar aslına uygun olarak elden geçirilmiş. Dış taraflarına çivi bile çakılmayan binaların içleri tamamen yenilenmiş. O zamanlar işçilerin yaşadığı evler, şimdi içlerinde elektrik ve ısınma tesisatları olan modern evlere dönüştürülmüşler. Bazıları satılmış, bazıları ise vakıf tarafından kiraya veriliyormuş. Yalnız kiralık daireler çok sık boşalmadığından uzun bir bekleme listesi varmış. Aslında fena fikir değil, zaten şimdi yazdırsam adımı ancak emeklilik yılarımda sıra gelir.
Köyün ilginç özelliklerinden biri de, burada bildiğimiz anlamda manzara kavramının olmayışı. Camdan bakınca gördüğünüz, sadece ön tarafta olan bir şey değil burada manzara, sizi çepeçevre saran bir şey. Aşağıdaki fotoğrafı tuvalette çektikten sonra, manzaralı oda isteğim karşısında hosteldeki adamın neden güldüğünü anladım.
Köyün diğer fotoğraflarına, aşağıdaki küçük resimlerin üzerine tıklayarak bakabilirsiniz.
3 Responses to İskoçya notları II: Ütopya köy New Lanark