bunlar garip şeyler işte, sinema

 

Yazıma başlarken öncelikle İstanbul ve Marmara Bölgesi’nde yaşayan herkesten özür diliyorum bu aniden bastıran yağmur ve soğuklar için. İşin bu boyuta geleceğini tahmin edemezdim. “Ne alakası var” demeyin. Geçen hafta benim kahve falımda yine yol göründü. Yağmurun durmadığı ve bu mevsimde sıcaklığın 15 derecenin üzerine çıkmadığı bir yere. Kısmetse hafta sonu yolculuk var ve ben iki gündür kafamda “15 derece sıcaklık nasıl oluyordu yaa? Kaban mı giyiyorduk, ceket mi? Atkı-bere almak gerekir mi? Polar üzerine yağmurluk mu alsam acaba?” sorularıyla dolaşıyorum. Dün sabah hava durumunu sunan kadın, yağmurla birlikte hissedilen sıcaklıkların 15 dereceye düşeceğini söylediğinde kendimi “Oh be. Hissettiğim gibi giyinir binerim uçağa” diye gizliden sevinirken yakaladım. Şimdi bu çekim yasası değilse nedir? Ateyisler hadi bunu da açıklayın.

Neyse, iş işten geçmiş olsa da tepemizdeki bu kara bulutların tez zamanda dağılması dileğiyle bu konuyu kapatıyorum. Bugün size başka bir şey anlatacağım. Bakın aşağıda iki video paylaşıyorum. İsterseniz devam etmeden önce, izleyip hangisini daha çok beğendiğinize karar verin.

 

İlk videoyu beğendiyseniz eğer, şuradan benzer videolara ulaşabilirsiniz. Yok eğer ikinci videoyu daha çok sevdiyseniz o zaman şimdi iyi dinleyin. Nişantaşı’nda, İstanbul Film Akademi diye bir yer var. Orada da Veysi adında dünya tatlısı bir insan. Veysi’nin kelime hazinesinde hayır, olmaz gibi kelimeler yok. “Veysi, bizim kısa filmde Sean Penn’i oynatmak istiyoruz. Olur mu?” derseniz mesela, alacağınız cevap “Biraz zor ama ne yapabileceğime bakarım” olacaktır. Bunu iyi anlamda söylüyorum. Gerçekten ona benzeyen bir adam bulup “Elimizde en yakın bu var. İşinizi görür mü?” diye gelebilir.

İstanbul Film Akademi’de bir sürü şey var. Üretim sürecinde bulunmak isteyenler için senaryo yazma, yönetmenlik ve oyunculuk atölyeleri, “Yok ben izleyeyim ama daha iyi izleyeyim” diyenler için film analizi çalışmaları. Ders aralarında sıcak havuçlu kek.

Doğrusunu isterseniz yakın zamana kadar benim böyle bir yerin varlığından haberim yoktu. Geçen sene bu zamanlar Facebook’ta yönetmenlik atölyemiz başlıyor ilanını gördüğüm güne kadar. Sinemayla ilişkisi haftada bir-iki film izlemekten ibaret olan, yönetmen olmak gibi bir düşünceyi aklından bile geçirmemiş biri böyle bir ilan gördüğünde neden heyecanlanır bilmiyorum. Heyecanlandım işte.

Bir tarafım el çırparak zıplarken diğer tarafım “Nişantaşı nere Bostancı nere? Bir de tam iş çıkış saati. O-hooo” diye homurdanmaya başladı. Neticede hepimiz ölüm döşeğinde yatarken yaptığımız değil yapmadığımız şeyler için pişmanlık duyacağız, öyle değil mi? Arayıp kaydımı yaptırdım.

İyi ki yapmışım. Her dakikası süper eğlenceliydi. Sonuçta yönetmen oldum mu? Hayır. Yani… Genel olarak hayır ama bir günlüğüne evet. Andy Warhol’un dediği gibi bir gün hepimiz 15 dakikalığına meşhur olacak mıyız bilmem ama bu atölyeye katılırsanız bir günlüğüne yönetmen olacağınız garanti. Az önce duyurusunu gördüm. Birkaç gün sonra yeni dönem başlıyormuş. Eğer saatleri ve koşulları ayarlayabilirseniz kaçırmayın derim. İlginizi çekerse detaylara buradan bakabilirsiniz. “Bakarım ya da bakmam. Ona karışma bari artık. Şuraya girmiş okuyoruz. Anlatacaksan anlat. Alla Allaa” diyen sevgili dostlar, kızmayın. Devam ediyorum.

Atölye toplam 3-4 ay sürüyor. Kamerayı açıp temel ayarları nasıl yapacağız noktasından başlayan dersler, bir yandan ışık ses mercekler gibi teknik alanda, diğer yandan yönetmenlik nedir, senaryo nasıl geliştirilir, anlam nasıl yaratılır gibi kavramsal boyutta ilerliyor. İşin en güzel tarafı, atölye bittikten sonra yepyeni bilgilerle dolu defterimizi alıp eve dönmüyoruz. Ne yapıyoruz peki? Film çekiyoruz. İki-üç kişilik gruplar halinde geliştirdiğimiz senaryoları İlker Hoca’nın yardımıyla üç dakikalık kısa filmlere dönüştürüyoruz. Bir günlüğüne kral, pardon yönetmen oluyoruz. Kayıt… oyun… veee kestik… veee sesizlik… veee İlker Hoca yönetmene bakar…. veee yine sessizlik… veee yönetmenden bir ses çıkmayınca İlker Hoca hatırlatır: Ne yapıyoruz? Oyuncularımıza teşekkür ediyoruz ve geri bildirim veriyoruz? Değil mi?… veee yönetmen konuşur “Teşekkürler arkadaşlar, çok iyiydi.”

WP_20141019_009

Bu arada dersleri veren İlker Hoca da Tan Hoca da bol ödüllü kısa filmler çekmiş, piyasanın içinden insanlar. Bu önemli bir şey. Şimdi bu söylediğime karşı çıkacaklar olabilir ama ben film eleştirmeni birinden film yapım kursu, edebiyat eleştirmeni birinden yazarlık kursu almak istemem. Hekimden sorma çekenden sor diye boşuna dememişler. Film çekmeyi öğreneceksem bana film çekmiş bir hoca getirin. (Çekme fiilinin çift anlamıyla birlikte atasözü beklediğimden daha iyi oturdu).(Sanırım kendimle konuştuğum bu son cümleyi yazmamalıydım).

Ayrıca sette yaşadıkları ve yeri geldikçe sınıfta paylaştıkları kimi zaman komik, kimi zaman saçma, kimi zaman da “Yok artık, böyle bir şey olmuş olamaz” dedirten anıların yerini hiç bir teori tutamaz.

Unutmadan, uyarmadı demeyin. Eğer bir gün uzun metraj bir film çekme hayaliniz varsa, 3 dakikalık, tek mekanda geçen, iki oyuncusu olan bir filmin sadece çekim kısmını, kamera arkasında ışıkla, sesle, netlikle uğraşan 5-6 kişinin yardımıyla 8 saatte zor tamamladıktan sonra bu hayalinizden vazgeçmeniz muhtemel.

WP_20141123_015

Kendi adıma, benim yönetmenlik tecrübem hayli enteresan ve bir o kadar öğreticiydi. İlker Hoca karşıma geçip 8 gün boyunca bir yönetmenin neler yapıp nelerden kaçınması gerektiğini anlatsaydı bile, ben o 8 saatte öğrendiğim kadar şey öğrenemezdim. Bir musibet bin nasihatten iyiymiş.

Çekimi tamamlamış eve dönerken utanç içindeydim. Dünya var olduğundan beri bu kadar kötü bir şey çekilmemiştir herhalde diye düşünüyordum. Şimdi geriye baktığımda bir yönetmenin kesinlikle yapmaması gereken şeylerin neredeyse tamamını o gün yaptığımı görüyorum. Başka türlü olması imkansızmış zaten.

Neyse ki kurgu aşamasında bilgisayarın başında İlker Hoca var ve kendisi sihir yapabiliyor. Elimizdeki çekilmiş parçaları keserek, ekleyerek, sırasını değiştirerek, müzik ekleyerek ortaya benim inanamadığım bir şey çıkardı. O günden beri bir torba dolusu parçalanmış kağıdı bir buket güle dönüştürme numarasını da yapabileceğine inanıyorum. Kendisine bunu söylesem omzunu silkip “O kadar abartılacak bir şey yok” der.

İzlemeseniz hiç bir şey kaybetmezsiniz ama “Ortaya ne çıkmış çok merak ettim. Gözüme uyku girmez şimdi” diyorsanız buradan buyurun. Dönem arkadaşlarımın çektiği, benim de kamera arkasında olduğum ve çok sevdiğim diğer iki filme de buradan ve şuradan bakabilirsiniz.

Kurgu dersleri en sonda olduğu ve o saate kadar teorik-pratik her şey bitmiş olduğu için çok az kişi katılıyor ama ben çok basit de olsa montaj yapmayı, minik klipler hazırlayıp müzik eklemek gibi şeyleri orada İlker Hoca’yı izlerken öğrendim. Daha önemlisi montajla kurgu arasındaki farkı, elimizdeki planları farklı şekilde sıralayarak nasıl bambaşka anlamlar yaratabileceğimizi, filmin kurgu sırasında bir anlamda yeniden çekilebildiğini gördüm. Ve yine o montaj masasının başında yaşanan telafisi imkansız pişmanlıklara şahit oldum: Bu sahnenin yakın planını çekmeyi nasıl unutursunuz yaa? İnanamıyorum.

Hiç bir şey öğrenmeseniz, o milyon kez duyduğunuz ve çok iyi bildiğiniz müziğin Edward Grieg’in in the Hall of the Mountain King bestesi olduğunu öğrenebilirsiniz.

Bu arada yönetmen olmakla bitmiyor iş. Sınıftan başka birilerinin yönettiği bir filmde ışıktan, diğer bir filmde sesten sorumlu oluyorsunuz. Geri kalan herkes set işçisi zaten. Koltuklar taşınacak, yatak hazırlanacak. Şu kitaplığı da kapının yanına alalım. Uzatma kablosu nerede? Ben bu eğitimden sonra set çalışanlarını çok daha iyi anlar oldum. Ne olmuş yani mikrofon azıcık kadraja girmişse. Olur arada öyle. Kollar havada üçüncü dakikadan sonra o minicik mikrofon kaç kilo oluyor, haberiniz var mı sizin?

WP_20141122_001

İlker Hoca’nın dersleri böyle pratik ağırlıklı ilerliyor. Kamera sınıfın ortasında tripodun üzerinde hep açık ve işin teknik boyutu hakkında da pek çok şey konuşuluyor. Ben ayıptır söylemesi, video ya da sinema dediğimiz şeyin arka arkaya gösterilen fotoğraflardan ibaret olduğu basit gerçeği üzerine bu atölyeye kadar hiç düşünmemiştim. Fotoğraf ve video çok ayrı şeylerdi.

Fotoğraf nedir ki yani? Hepimizin evinde yıllardır fotoğraf makinası var. Dijitalden önce bile pek çoğumuzun fotoğraf makinesi vardı. Film bitince sararsın başa, götürürsün mahalledeki fotoğrafçıya. İki gün sonra heyecanla eline aldığında fotoğrafları, doğum günü mumlarını üflerken gözünün kapalı çıkmış olduğunu görürsün. Kısmet. Yapacak bir şey yok. Seneye artık.

Video öyle mi ama. Sihirli bir şey. Bütün hareketleri, bütün sesleri kaydediyor. Tekrar tekrar oynatıyor. Kesintili değil, sürekli bir şey. Çocukken oluşturduğum bu düşüncelerle girdiğim sınıfta video diye bir şey olmadığını, video kaydederken aslında saniyede 25 tane fotoğraf çektiğimizi öğrenmek benim için başlı başına bir aydınlanmaydı.

Diğer yandan yönetmenlik üzerine konuştukça, sette çalışan ne kadar çok kişi olduğunu öğrendikçe ve büyük yönetmenlerin hikayelerini dinledikçe yönetmenlikle ilgili birbirinden çok farklı düşünceler geliştirip bunlar arasında savrulmak da kaçınılmaz oluyor. Benim mesela bir hafta “Bütün işi başkaları yapıyor. Kullanılacak merceği bile görüntü yönetmeni seçiyor. Yönetmenin de sandalyesinde oturup ‘Olmuyor, olmuyor!’ demekten başka bir işi yokmuş anlaşılan” deyip birkaç hafta sonra “Eh, bir film yönetmek dev bir şirket yönetmek kadar zormuş aslında” noktasına gelmişliğim vardır.

Tan Hoca’nın dersleri ise apayrı. Tan Hoca demişken, akademinin websitesindeki şu fotoğraf sizi yanıltmasın. Tan Hoca’dan 12 hafta ders almış biri olarak fotoğraftaki kişiyi hayatım boyunca görmediğime yemin edebilirim.

tantolgademirci

Tan Hoca’nın dersleri diyordum. O dersler sayesinde, filmlerin içinde o güne kadar görmediğim ne çok şey olduğunu hayretle fark ettim.

Şöyle düşünün. Güzel bir akvaryum var karşınızda. İçinde yüzen turuncu tropikal balıkları keyifle seyrediyorsunuz. Kuyruklarının dalgalanışı, aşağı yukarı salınışlarını izlemeye doyamıyorsunuz. Sonra sehpanın üzerinde duran mavi çerçeveli gözlükler olduğunu fark edip takıyorsunuz gözünüze. O da ne. Akvaryumda mavi balıklar da varmış az önce göremediğiniz. Daha minik ve daha çok. Mavi turuncu ne güzel görünüyorlar bir arada. Bu kez kırmızı çerçeveli başka bir gözlük fark ediyorsunuz az ilerde. Onu takınca bu kez balıklardan başka canlılar da çarpıyor gözünüze akvaryumun zeminindeki taşları kaplayan. Pembe yeşil mercanlar. İşte şimdi izlediğiniz bir görsel şölen. “Meğer neler varmış bu akvaryumda çıplak göze görünmeyen” diye düşünürken, başka bir gözlük var mı bir yerlerde diye heyecanla çevrenize bakınmaya başlıyorsunuz.

Tan Hoca’nın dersleri işte tam olarak böyle geçiyor. Bitmesin istiyorsunuz. Bir sonraki gözlüğü bulmak, daha derindeki bir şeyi daha keşfetmek istiyorsunuz. Dersler yetmiyor. Bir altı hafta daha olsun istiyorsunuz. O yıllar önce izlediğiniz filmi eve gidip hemen yeni bilgilerinizle tekrar izlemek için sabırsızlanıyorsunuz.

Şöyle bir sahne var mesela François Ozon’un bir filminde.

İlk izleyişte neşeli bir dans sahnesi. Gülümseten. Oysa Tan Hoca’dan nerelere bakacağımızı, oyuncuların bakışlarını, kıyafetlerini, duruşlarını, yüz ifadelerini nasıl okuyacağımızı ve bunlardan hangi anlamları çıkarabileceğimizi öğrenip aynı sahneyi tekrar izlediğimizde bir anda hakkında kitap (en azından kitapçık) yazılabilecek bir sahneye dönüşüyor.

Yalnız burada bir şeyi unutmamak lazım. Derinliklerini keşfetmeye çalıştığınız filmler, bu filmleri çeken yönetmenler, yani aslında insan ruhu, o renkler ve güzelliklerle dolu süs akvaryumu gibi değil. Derinlere indikçe karşınıza çıkacak karanlık yaratıklarla yüzleşmeye de hazır olun.

Nasıl bir yere geldi paragraf. Ben bile hafiften bir tırstım. Korkmayın canım, yaratık dediğim şey kompleksler, korkular, travmalar, şiddet dürtüsü, kastrasyon korkusu falan… Hepimizde olan şeyler.

Bu görmeyi öğrenme süreci çok komik olaylara gebe. İlk haftalarda özellikle. Genellikle şöyle oluyor. Sınıfın çoğunun muhtemelen daha önce izlemediği, hatta yarısının adını bile duymadığı bir filmden alınmış bir sahne izliyoruzdur. Sahnede bir adam ve bir kadın spiral şeklindeki merdivenden adım adım yukarı çıkarlar. Sahne biter. Tan Hoca gözlerinde bizden saklamaya çalıştığı muzip bir bakışla sorar: Burada biz şimdi ne izledik? Sınıftan bir-iki cevap. I-ıh iyi deneme ama isabetsiz. Başka ses çıkmayınca açıklar: Arkadaşlar, az önce bir sevişme sahnesi izledik. Yok artık!

Tam o andaki şaşkın bakışlarımızı hocamızın gözünden görebilmeyi isterdim. Haftalar ilerledikçe alışılıyor ama. Cevap sevişme değilse kastrasyondur, o da değilse ensest. Hay Allah, kursun sonunu söyledim! Neyse, giderseniz eğer siz yine hemen söylemeyin cevabı. Benden duyduğunuz belli olmasın 😉

Bir sonraki görüşmemize kadar esenlikler dileyerek satırlarıma son verirken, büyük bir düşünürün sözleriyle veda ediyorum size: Bunlar garip şeyler işte, sinema 🙂

 

 

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *