Temmuz’da Norveç

 

OSLO

İş toplantısı vs. için gitmek zorundaysanız gideceksiniz tabii. Yalnız bilgisayarınızda yeterince film, iPodunuzda yeterince müzik olmasına dikkat edin. İlla otelden çıkıp gezmek istiyorsanız Vigeland Park’a gidebilirsiniz. Haksızlık etmeyeyim, gerçekten etkileyici ve görmeye değer heykeller var.

1

Oslo’dan diğer şehirlere geçerken biz treni tercih ettik. Uçak alternatifi de var tabi ama tren yolculuğuna eşlik eden manzara o kadar güzel ki saatlerin nasıl geçtiği anlaşılmıyor, insan bitmesin istiyor. Geniş bir zamanda Norveç’i güneyden kuzeye trenle gezmek gibi bir seyahat bile düşünülebilir.

Yolculuk boyunca bize zaman zaman dumanlı, zaman zaman karlı ama hep yemyeşil dağlar, küçüklü büyüklü göller, kimi zaman yanından kimi zaman üzerinden geçtiğimiz dereler eşlik ediyor. Altı-yedi saatlik yol neredeyse ormandan çıkmadan bitiyor.

2

Tabii şunu da söylemem lazım. Bunları Karadeniz bölgesinde Amasra’dan öteye geçmemiş, gördüğü en ağaçlık yer Bolu dağı olan biri olarak yazıyorum. Baştan söyleyeyim de sonra “Yok efendim gelmiş bize Norveç’in ormanlarını anlatıyor, sen önce git bi Rize’yi gör” falan olmasın.

Trenlerle ilgili şunu da söylemem lazım. Son derece konforlu ve yeterince hızlı olmalarına rağmen sık sık karşı yönden gelen bir treni beklemek için ya da bize söylemedikleri başka sebeplerle durup 5-10 dakika bazen yarım saat bekleyebiliyorlar. Toplamda en az bir – bir buçuk saatlik bir gecikmeye hazırlıklı olmak lazım.

Trenle ilgili olmasa da trenden son bir not. Yemek vagonuna giderken tüm treni baştan başa geçmek gerekti ve bu sırada telefon ve tabletlerine gömülmüş film izleyen, facebookta takılan ya da kitap okuyan yüzlerce insan arasında kafalarını birbirlerine yaslamış, el ele tutuşmuş, fısır fısır konuşup gülen bir çift gördüm. İstemsizce gülümseyerek yoluma devam ettim. Az sonra el ele yemek vagonuna girip el yordamıyla boş bir masa bulup oturdular. Görme özürlü olduklarını fark ettiğimde onlar için üzülsem mi sevinsem mi bilemedim.

TRONDHEIM

Genelde gezmeye gittiğim şehirlerle ilgili biraz araştırma yapma, daha önce gitmiş birilerinin yazdıklarına en azından şöyle bir göz atma alışkanlığım olsa da Trondheim’a gelirken tek bildiğim haritadaki yaklaşık yeri ve Oslo’dan trenle 6 saat uzaklıkta olduğuydu. Norveç’in üçüncü büyük şehri olduğunu duymuş olsam da kafamda nedense 3-5 evli bir balıkçı kasabası canlandırmıştım. Fena halde yanılmışım.

“Buranın ana geçim kaynağı ne? Balıkçılık filan mı?” soruma aldığım cevap karşısında kendimi Türkiye’nin haritadaki yerini bile bilmeden “Siz Türkler develere mi biniyorsunuz?” diye soran biriyle kapışacak derecede aptal hissediyorum. Karşımızdaki kadın sakince buranın bir kültür ve teknoloji şehri olduğunu, Norveç Bilim ve Teknoloji Üniversitesi ve İskandinavya’nın en büyük bağımsız araştırma kuruluşu SINTEF’ in yanı sıra pek çok teknoloji şirketinin genel merkezinin burada bulunduğunu anlattıktan sonra lafı geçirmeden bırakmıyor: “Balıkçı kasabası görmek istiyorsanız daha kuzeye gitmelisiniz”. Hak ettim ben bunu.

Tren garından otele yürürken şehrin bazı ana caddelerinin hala taş döşeli olduğunu görünce buralarda belediyeciliğin ne kadar geri olduğunu anlıyoruz. Hangi yüzyılda yaşıyoruz, bu devirde halkını hala parke taş üzerinde yürütüyorsan ne oldu o kadar bilim, o kadar teknoloji? Asfalt kamyonunu bir ucundan sokacaksın şehrin ohhh mis. Sanırım bunların vizyonu bu kadar.

3

Yolları asfaltlayalım, insanlar daha rahat araba kullansınlar diye düşünmeyen yerel yönetim diğer yandan şehirde bisiklet kullanımını desteklemek için Avrupa’nın ilk bisiklet “lift” ini yapmaktan geri kalmamış. Yokuşun başına geldiğinizde bisikletinizden inmeden sağ ayağınızı yerdeki desteğe koyuyorsunuz ve hepsi bu. Pedal çevirmeden saatte 5 km hızla yokuşu çıkıyorsunuz. Üstelik ücretsiz!

4

Rengarenk boyanmış ahşap evler gözlere şenlik. Merkezde olanlar yan yana birbirine bitişik dizilmiş, biraz daha yukarıdakilerinse kocaman bahçeleri var. Türkiye kafasıyla hemen “Bu şehirde yaşayan herkes mi çok zengin?” diye konuşmaya başlıyoruz. Sorumuzun cevabını gece köprünün üzerinde fotoğraf çekerken tanıştığımız öğretmen kadınla konuşurken alıyoruz. Tarih-coğrafya öğretmeni olan bu kadın kocaman bahçesi olan 350 metrekare müstakil bir evde oturduğunu, evin hemen arkasının orman olduğunu ve kayak yapmak istediğinde kayaklarını takıp evinden çıktığını söylüyor.

5

Burada güzel bir evde oturmak, kaliteli bir eğitim, iyi sağlık hizmeti almak için kimsenin bireysel olarak çok zengin olmasına gerek yok, zengin bir ülkede yaşamak bu demek. Tabii bu zenginlik durumu Norveç halkının dünyanın en zeki, en çalışkan ya da en cin fikirli insanları olmasından değil Norveç’in Ortadoğu dışındaki en büyük petrol rezervlerine sahip olmasından kaynaklanıyor. Yine de Sezar’ın hakkı Sezar’a. Çok paramız var diye dünyanın en uzun binasını dikmek, karlı dağların ortasında yapay çöl yaratmak ya da altın kaplı Rolls Roycelar kullanmak gibi olaylara girmeyecek kadar aklı selim sahibi ve mütevazi insanlar.

Ne diyordum?… Rengarenk ahşap evler. Evet… Ahşap görünümlü plastikle kaplanmış beton evler değil bahsettiğim. İçi dışı kapısı penceresi ahşaptan yapılmış 2-3 katlı birbirinden şirin evler. Bu bile başlı başına yeterli değilmiş gibi bir de sahipleri evlerin önüne ahşap banklar koyup çiçekler ekmişler. Fotoğraflarını çekmek kesmiyor. Film çekmek, şiir yazmak istiyorum.

cagdas yavuz

Hava kararmaya başlayınca bu evlerin kanaldaki yansımaları da görülmeye değer. Her gördüğümüzde durup seyretmekten kendimizi alamadık. Şimdiye kadar kendime havalı bir kullanıcı ismi bulup bir instagram hesabı açabilmiş olsaydım… 😉

7

Kaldığımız otel başlı başına bir yazı konusu. İkinci dünya savaşı sırasında işgal kuvvetlerinin casino olarak kullanması için yapılan bina savaştan sonra bir süre daha askeri amaçla kullanıldıktan sonra 1950lerde öğrenci yurduna dönüştürülmüş. Kışın yüksek lisans öğrencilerinin kaldığı bina yazın daha çok sırt çantalı gezginlerin kaldığı bir otel olarak kullanılıyor ve kuzey Avrupa’nın hala kullanılmakta olan en büyük ahşap yapısı olma özelliğini taşıyor. Binanın tarihi önemi o kadar büyük ki eğer şehrin en önemli binalarını aynı anda etkileyen bir yangın çıksa, ilk müdahale edilecek olan bu otelmiş.

Şehirdeki arabaların çoğu steyşın vagon ya da üzerlerinde port bagajları takılı. Üzerine 2 kano konmuş, arkasına da bisikletler asılmış arabaları görünce başta insanın eli fotoğraf makinasına gitse de bir süre sonra bu o kadar sık olmaya başlıyor ki insan dönüp bakmayı bile bırakıyor. Adamlar böyle yaşıyorlar. Kanallar sayesinde şehir ve deniz o kadar iç içe ki pek çok evin bahçesinde rengarenk kanolar göze çarpıyor. Bizim bir outdoor aktivitesi olarak yaptığımız kano olayı burada ailece yapılan olağan bir öğleden sonra gezintisi.

8 b

Konser hazırlıklarını görmek için Borggarden denen alana gittiğimizde kendimizi bir ortaçağ kasabasının şehir meydanında bulduk. Küçük bir grup gayda ve davulla filmlerden aşina olduğumuz müzikler çalarken o dönemin kıyafetleri içerisindeki kızlar dans ediyorlardı.

Eğlenmek için oynanabilecek oyunlar da hazırlanmıştı. Yerden yükseltilmiş koltuk değneğine benzeyen sopaların üzerinde yürümeye çalışmayı mı tercih ederdiniz yoksa at nallarını az ilerdeki demir çubuğa geçirmeye çalışmayı mı? İnsanlar bu çılgın oyunlarla eğlenirken az ilerde iki demir ustası fırından yeni çıkmış kılıçları dövüyorlar ve sıcaktan bunalanlar soğuk bira ile serinlemeye çalışıyorlardı.

9

Biz “Aaa ne güzelmiş, her gün mü böyle burası?” diye düşünürken karısının yaptığı seramik bardakları satan amca bütün bu olan bitenin her yıl 29 Temmuzu içine alacak şekilde bir hafta boyunca kutlanan Olav festivalinin bir parçası olduğunu anlattı. Meğer bahçesine o ortaçağ meydanının kurulduğu 900 yıllık katedral Norveç’in ebedi kralı Aziz Olaf’ın mezarının bulunduğu yer ve aynı zamanda Hristiyanların hac ziyareti için geldikleri önemli kutsal mekanlardan biriymiş. Bu festival de başta daha dini bir olay şeklinde başlamış olsa da son yıllarda pop müzik konserleri gibi çok da konuyla ilgisi olmayan aktiviteler de festivalin bir parçası olmuş. Trondheim’ın Viking krallığı döneminde 200 yıl boyunca Norveç’e başkentlik yapmış olması da ek bilgi.

Bizim kaldığımız iki gün boyunca güneş hiç saklanmadı, hava sıcaklığı 25 dereceydi ama bu normal bir senede 10 gün falan olan bir durummuş. Yani Temmuzda bile gitseniz yağmura rastlama ihtimaliniz yüksek. Güneş konusu şansınıza kalmış olsa da bir şeyi garanti edebilirim. Geceler çok kısa. On bir buçuk gibi yavaştan kararan hava dört buçuk beş gibi yine aydınlanıyor. Bu durum seyahat ederken bütün gün gezmekten yorgun düşüp akşamları erkenden sızan benim gibi birinin bile uyku düzenini değiştirdi. İnsomnia seviyesinde olmasa da hava öğlen saati gibi aydınlıkken uykuya dalmak hatta otele dönmek gerçekten zor. Trondheim’ın gece hayatından da iki satır bahsedecek olmamı buna borçluyuz

cagdas yavuz

Gece hayatı deyince tabii şimdi yanlış beklentiler yaratmak da istemem. Gittiğimiz kütüphane dekorlu barda öyle pek yalnız girip, üç kızla çıkılacak bir ortam yoktu. Ya da gözleri kısıp tek el havada çok eğleniyor gibi sallanmanızı gerektirecek dım tıs müzikler. Köşedeki ufak sahnede Queen’den Santana’ya ailecek severek dinleyebileceğiniz klasikleri arada kendi anonslarıyla çalan bir DJ, önünde isteyenin dans edebileceği ya da eline mikrofonu alıp şarkıya eşlik edebileceği 2 metrekare bir pist ve 5-10 kişilik gruplar halinde oturmuş sohbet edip bira içen insanlar. Bilmiyorum, benim için fazlasıyla yeterliydi. Kahkahalara bakılırsa onlar da çok eğleniyor gibiydiler. Gerçi ertesi gün konserde tanıştığımız tur rehberi İspanyol kız insanların her zaman o kadar neşeli olmadıklarını, alkol eşliğinde süper muhabbet ettiğin birinin ertesi gün yanından selam vermeden geçebileceğini söyledi. Norveç’te insanların yeni birini arkadaş olarak kabul etmeleri çok zor olsa da bir kere arkadaş olduktan sonra da genellikle hayat boyu arkadaş (friends for life) olduklarını da ekledi.

Diyeceğim odur ki karınızı, kocanızı, sevgilinizi, arkadaşınızı, kardeşinizi alın gidin. Tamam pahalı, hatta çok pahalı bir ülke ama siz de her gün suşi yemeyiverin canım. Otelin adı Singsaker Sommerhotell, tren ve uçak biletlerini de önceden ayarlardınız mı tamamdır 🙂

BERGEN

Trondheim dönüşü Fundayla vedalaşıp Bergen’e, yağmurun durmadığı şehre doğru yola çıkıyorum. Manzara yine anlatılmaz yaşanır seviyesinde ancak bu kez işin içinde kar da var. Temmuz ayında olmamıza, dışarıda sıcaklığın 18 derece olmasına ve o dağların o kadar da yüksek olmamasına rağmen! Aralık ayında gelmemem isabet olmuş.

11

Meğer yukarıdaki fotoğrafı çektiğim sırada geçtiğimiz şehir Voss, su sporlarından kayağa, buzul tırmanışından yamaç paraşütüne bir extreme sporlar merkeziymiş. Norveç’in en büyük paraşüt merkezinin (dropzone) de bulunduğu şehir her yıl haziran ayının son haftası dünyanın en önemli extreme sporlar festivallerinden birine ev sahipliği yapıyormuş.

Trondheim tecrübesinden sonra yolda wikipedia’ ya girip hazırlığımı yapmaya koyuluyorum. Bergen’in yaklaşık bin yıllık geçmişi ve 275 bin nüfusuyla Norveç’in ikinci büyük şehri olduğunu ve temmuz ayında herhangi bir gün yağmur yağma olasılığının yüzde altmış yedi olduğunu öğrenmemin üzerinden henüz on dakika geçmeden ilk damlalar cama vurmaya başlıyor. Güneşli günler buraya kadarmış, Bergen’e yaklaşırken Norveç’in gerçek yüzüyle tanışma zamanı.

Yağmurun durmadığı şehir unvanına yakışır şekilde burada geçirdiğim iki gün boyunca yağmur hiç tam olarak durmadan bazen hızlanıp bazen bir kaç saatlik aralar vererek hep devam etti. İnce bir yağmurluğu ya da şemsiyeyi yanınızdan ayırmamak iyi olabilir. Yağmurun abarttığı zamanlarda ise bir saçak altına girip beş dakika beklemek işe yarıyor, bir kaç dakika içinde yine sakinleşiyor yağmur. Tabii kışın durum farklı olabilir, ben uyarımı yapayım da.

Bergen’e varır varmaz istikamet turizm danışma merkezi. Önümde yalnızca bir buçuk gün olduğu için görevli kızın bana sunduğu onlarca seçenek ve kucak dolusu broşür içerisinden UNESCO dünya kültür mirası içerisinde yer alan ahşap evleri, aşağıdaki fotoğrafta hemen arkamda yükselen Floyen dağına çıkmayı ve yarım günlük fiyort turunu seçiyorum.

 

cagdas yavuz bergen

Aklımda keşke daha uzun kalsaydım da yüzmeye, dağın tepesindeki gölde kanoyla gezmeye ve balık turuna katılmaya da vaktim olsaydı düşüncesi. Doğayı ve doğa sporlarını seviyorsanız Bergen’de rahatlıkla 3-4 gün hatta bir hafta geçirebilirsiniz.

Bergen’in sembolü haline gelmiş o meşhur tarihi ahşap evlerinin bulunduğu bölgenin adı Bryggen. İskele ya da rıhtım anlamın geliyor. 1100 lü yıllarda Bergen şehrinin ilk kurulduğu bölge burasıymış ve 1300 lerde Bergen bölgenin önemli ticaret merkezlerinden biri haline geldiğinde buradaki binalar balık ve tahıl ticareti yapan tüccarlar tarafından depo olarak kullanılıyormuş.

13

Binaların ahşap oluşunun kaçınılmaz bir sonucu olarak Bergen tarih boyunca pek çok büyük yangın yaşamış ve bir kaç kez neredeyse tamamen yeniden inşa edilmiş. Bu nedenle her ne kadar bölge dokuz yüz yıllık olsa da şu an ziyaret edebileceğiniz 61 binadan en eskisi üç yüz yaşında.

Binaların çoğu şu an hediyelik eşya mağazası ya da el sanatları atölyesi olarak kullanılsa da kahvenizi ya da biranızı yudumlayabileceğiniz cafe ve bar olanları da var. Çevrede fotoğraf çeken o kadar turist olmasa o rengarenk binaların arasındaki daracık sokaklarda dolaşırken kendinizi gerçekten geçmişte hissedebilirsiniz.

Bryggen’i gezerken kafanızı kaldırdığınızda hemen arkanızda gördüğünüz dağ Bergen’i çevreleyen yedi dağdan biri olan Floyen. Tepeye çıkmak için kullanabileceğiniz bir füniküler de var ama bırakın onu gerçekten ihtiyacı olanlar kullansın. Gittikçe güzelleşen bir manzara eşliğinde hafif tempo bir yürüyüşle bir saatte tepedesiniz. Fünikülere vereceğiniz parayla da tepede kendinize kahvenin yanına çikolata alır ve bunu hak etmiş olmanın iç rahatlığıyla afiyetle yersiniz 🙂

cagdas yavuz

Evet tepede manzara çok güzel, bütün Bergen ayaklarınızın altında, doya doya seyredin, bol bol fotoğraf çekin ama biraz daha yürüyüş yapmak isteyenler için asıl olay bundan sonra başlıyor. Floyen’in tepesinden başlayan çeşitli uzunlukta ve zorluk derecesinde 5-6 trekking parkuru var. Ailece yürüyebileceğiniz 3 kilometrelik kolay bir parkurdan, ben deneyimliyim diyenler için daha engebeli 18 kilometrelik bir parkura kadar. Zaman zaman bir 10-15 dakika kimseyle karşılaşmayıp “acaba kaybolmuş olabilir miyim?” diye düşünebilirsiniz ama yol ayrımlarında yeterince tabela olduğundan kaybolmak o kadar kolay değil.

15

Üstelik tüm parkurları detaylı bir şekilde gösteren haritalar da var, tepeye çıkmadan balık pazarının yakınındaki turizm danışma merkezinden alabileceğiniz. Tüm bunlara rağmen kaybolmayı başarırsanız kurtarma ekibi yanlarında bir madalyayla geliyormuş.

Fiyort turuna gelirsek…Vaktiniz varsa tam gün hatta bir kaç günlük turlar da yapabilirisiniz. Eğer yarım günlük fiyort turu yapmayı tercih ederseniz iki seçeneğiniz var. Daha eski, daha yavaş ama daha orijinal bir tekneyle fiyortlarda yavaş yavaş gezebilirsiniz ya da Bostancı Bandırma hızlı feribotunun biraz küçük bir benzeriyle daha hızlı bir tur yapabilirisiniz. İkisi de 3-4 saat sürüyor ancak ikincisiyle daha uzak noktalara gidip daha fazla yer görmüş oluyorsunuz. Ben ikinciyi tercih ettim.

Bir kaç tavsiye: Gemiye binerken üzerinizde en azından ince bir polar ve bir yağmurluk olsun. Şemsiyeyi unutun, feribot o hızla giderken açılmıyor bile. Ayakkabı olarak da ya tamamen su geçirmez bir bot ya da benim yaptığım gibi açık ayakkabı giyin. Islak spor ayakkabılar ve çoraplarla oturmak Avrupalı turistler için sorun olmasa da bizim gibi “Evladım, insan ayaktan üşür” öğretisiyle yetiştirilmiş insanlar için sıkıntı yaratabilir.

Feribot hareket eder etmez insan fotoğraf makinasına sarılmaktan kendini alamıyor ama sakin olun. İlk yarım saatte görecekleriniz standart bir ordövr tabağı. Şarjınızı ve gigabaytlarınızı muhteşem ana yemeğe saklayın ki o da şöyle bir şey:

16

Bu manzara eşliğinde seyrederken zaten kaptan da gemiyi epey yavaşlatıp enstrümantal bir müzik açıyor. Tenha bir yer bulup güvertedeki kalabalığa arkanızı döndüğünüzde sonrası zaten yaklaşık on dakikalık bir meditasyon. Müzik bitip dünyaya döndüğünüzde kendinizi sevgilinize sımsıkı sarılmış bulmanız ya da yanınızda değilse onu ne kadar sevdiğinizi söylemek için elinizin telefona gitmesi muhtemel. Ammaaa tabi ki de sinyal yok, telefon elinizde beeeele kalırsınız işte 🙂

Yola çıktıktan bir saat falan sonra sarı yağmurluk giymiş bir adam ortalıkta dolaşıp “az sonra bir şelaleye geleceğiz. benimle beraber şelaleden su doldurmak isteyen var mı?” diye soracak. Hazırlıklı olun ve hemen “meeeeeeeee” diye atılın. (ingilizce ben anlamındaki me, yanlış anlaşılma olmasın) Islanmak konusunda endişelenmeyin, üzerinizde kalın gemici yağmurlukları olacak. Belki ayaklar biraz…o kadar da olsun. Hayatta kaç kez 30 kişi fotoğrafınızı çekerken bir şelalenin altına girip kovanızı doldurma şansınız olur ki. Bakın böyle bir tavsiyeyi de herkes vermez, kıymetini bilin.

Fiyort turunda gördüğüm manzaraları anlatmak gibi nafile bir çabaya hiç girmeyeyim daha iyi, onlara fotoğraf albümünden bakarsınız artık.

İnsan doyamadığı, gönülsüzce terk ettiği, daha gitmeden geri dönmek istediği bir yerden ayrılırken orada bir şeyler bırakırmış ya… Tren hareket ederken kendi kendime şemsiyemi Bergen’de unutmuş olmamın bununla bir ilgisi olup olmadığını soruyorum. Bilinçaltım gülümsemekle yetiniyor…

 

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *